
Adaların çok kültürlü yapısı içinde hayatını Büyükada´da geçiren Lefter ile benzer kaderleri paylaştık. Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül Olayları gibi. Filmi izlerken hissettiklerimi, nostaljik anılarımı hatırlayarak aklımdan geçenleri yazmak istedim.

Netflix’te 14 Kasım’da başlayan ‘Lefter: Bir Ordinaryüs Hikayesi’ni, hayranı olduğum bu futbolcu gibi, 83 yıllık bir Büyükadalı olarak izlerken hissettiklerimi, nostaljik anılarımı hatırlayarak, aklımdan geçenleri yazmak istedim. İtalya ve Fransa’da oynadığı yılların dışında, Adaların çok kültürlü yapısı içinde hayatını Büyükada’da geçiren Lefter ile benzer kaderleri paylaştık. Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Olayları ve Yunanistan’a kerhen de olsa göç etmek zorunda kalan ada Rumlarıyla ilgili Lefter ile benzer olaylardan etkilendik. Doğduğum 1942 yılında çıkan Varlık Vergisi’nde, adalı yoksul bir balıkçı olan Lefter’in babası garip Hristo Küçükandonyadis’in vergilendirilecek malı olmadığı için, ailesi kanundan etkilenmemişti. Benim babama takdir edilen vergi 30 bin liraydı. Kendisinde bu meblağın onda biri bile yoktu. Büyükbabam Balkan Savaşından geri dönmediği için, babam dört kardeşiyle yetim kalmıştı. Varlık Vergisi çıktığında, kendisi için takdir edilen meblağı ödeyemediği ve yok pahasına satılacak mülkü olmadığı için, babam borcunu Aşkale’ye giderek ödedi. Aşkale’yi ve nasıl yetim kaldığını hayatı boyunca dile getirmedi. Ben ölümünden sonra ağabeyimden öğrendim.
6-7 EYLÜL’Ü BÜYÜKADADA YAŞADIM
Lefter o yıl beraber büyüdüğü arkadaşlarının topluca Yunanistan’a göç etmek zorunda kalmasına dayanamıyor, gönüllü olarak askere yazılıyordu. Dört yıl Diyarbakır’da askerliğini yapıyordu. Benim Büyükada’daki mutlu çocukluk yaşamımda Rum arkadaşlarım da vardı. Yunanistan’a göç etmek zorunda kalan Rumlar arasında, ünlü Seferoğlu ailesinin oğlu yaşıtım, arkadaşım Niko da vardı. 6 Eylül 1955’te İstanbul Ekspres Gazetesi’nde Selanik’ta Atatürk’ün doğduğu eve atılan bomba haberinin çıkmasıyla, İstanbul’da özellikle Beyoğlu’nda başlayan toplumsal olaylar Büyükada’ya da sıçramıştı. Kartal, Maltepe ve Pendik’ten motorlarla Adalara yönelen çapulcu grupları, ada iskelesinde inşaatlarda çalışan işçiler karşılamıştı. Önceden hazırlanan taş ve sopalar inşaatların atlı arabalarıyla muhtelif semtlere dağılmıştı. Yerel halkın işaret ettiği gayrimüslim evleri taş yağmuruna tutuluyordu. Lefter’in evi de aynı akıbeti yaşamıştı.
Eşiyle iki kızını evin bodrumunda saklayan Lefter, bahçe kapısını kıran çapulcuların bahçeye girip evi taş yağmuruna tuttuklarını görünce, evin giriş kapısının arkasında avcı tüfeği ile mevzilenir. Lefter’in evinin basıldığını duyan taraftarlar Kartal’dan motora gidip Büyükada’ya koştu. Yardıma koşan asker ve polisler saldırganları dağıtır. Lefter’e kim oldukları sorulunca, Lefter onları ele vermez. “Karanlıkta görmedim” diye geçiştirir. Halbuki aralarında, kendilerini haftalığa bağladığı, bahşiş dağıttığı gençleri kalabalık içinde teşhis etmiştir. 13 yaşında olduğum o yıl, ailemle Adalar Kaymakamlığının karşısında bulunan (Mizzi Köşkü olarak bilinen) Al Palas adlı bir pansiyonda kalıyorduk. Yemekten sonra arka sokağa bakan odamıza çıktığımda, ilk önce sabah ışığının girmesini önleyen tahta pancurları kapamak için pencereye yöneldim. Tam o sırada pancura isabet eden bir taşın çıkardığı sesle irkildim. Birkaç saniye geç kalsaydım o taş bana isabet edecekti.
Nizam Caddesi’nde ilerleyen çapulcuların haberini alan pansiyonun aşçısı eline bir bayrak alarak kapıya dikilmiş ve “Burada yaşayanların tümü Türk’tür, gayrimüslim yoktur” diyerek onları ikna etmeye başarmıştı. Ertesi sabah İskele Meydanı’na indiğimde karşılaştığım manzara yürek parçalayıcıydı: mağazalar yağmalanmış, eşyalar sokaklara saçılmıştı. Babam ilk vapura binerek, Sultan Hamam’daki iş yerinin akıbetini öğrenmek için adadan ayrılmıştı. Yol boyunca yağmalanan iş yerlerinin, yerlerde sürüklenen kumaşların arasından geçip iş yerinin bulunduğu İrfaniye Han’a ulaşabilmişti. Hanın iki kapısının kepenkleri kapalıydı. Handa geceleyen hamal bölüğü, başlarında bölük başı Hüseyin Ağa olduğu halde, kapattıkları kepenklerin önünde, ellerinde sopa ve demirlerle çapulculara, “Bizim ölümüzü çiğnemeden içeri giremezsiniz” resti çekmişlerdi. Nümayişçilerin dağılmasıyla mağazamızın zarara uğraması önlenmişti. Pötürgeli Hüseyin Ağa babamı muhtemel bir iflastan kurtarmıştı.
BÜYÜKADA’NIN MOZAİĞİ NASIL BOZULDU?
6 Eylül gecesi benimle aynı cadı avını yaşayan, “Vurun şu gavura” çığlıkları arasında gözü dönmüş bir grup tarafından camları taşlanan Lefter, “Başkalarının tohumu” olmakla suçlanmış, doğup büyüdüğü, yaşama sevincini borçlu olduğu ülkesine karşı sevgisini her vesileyle ispat etmişti. Atina’daki milli maçta gol atan Lefter Yunanistan’da ‘Türk Tohumu’, ülkesinde ‘Rum Tohumu’ olmaktan kurtulamamıştı. İki kızını da iki Müslüman delikanlıya eş yapmıştı. Kayınpederi, Naki Erenyol’un kayıkhanesine bakardı. Milli formayı 50 maçta taşıyan Lefter, 49 yaşındayken, Büyükada’daki evinin yanı başındaki karakolda bir polis amirinden tokat yemekten kurtulamamıştı. Yaşı 40’a yaklaşınca Lefter, artık ayakları istediklerini yapamadığı için futbolu bırakmıştı. Jübilesi yapılan ilk futbolcu olmuştu. Büyükada’daki sakin yaşantısını 2012 yılındaki ölümüne kadar sürdüren Lefter, ada hayatındaki alışkanlıklarından hiç kopmamıştı. Adalılar her gün Lefter’i görmeye alışıktı. Boş zamanlarında evde oturmaktan hoşlanmadığı için kendisini her gün vapur iskelesi meydanında görmek mümkündü. Büyükada’nın ünlü saat kulesinin karşısındaki kafenin girişinde, Lefter’i sadık arkadaşlarıyla sohbet ederken görmeye alışıktık.
En yakın arkadaşlarından biri, damadımın iş ortağı Mösyö Berç Khedişyan idi. Yanlarından geçerken sohbetlerini bölmemek için, bir-iki kibarlık cümlesi eşliğinde selam verip yoluma devam ederdim. Ada karakolunun üst köşesindeki Mini Golf bahçesinin yanındaki binanın zemin katında oturan Lefter, ada sakinlerinin ilgisini hiç karşılıksız bırakmazdı. Futbolun efsane isimlerinden biri olan, geniş kitlelerce sevilen Lefter Küçükandonyadis, Büyükada’da 1924’te doğmuştu. Adaların çok kültürlü yapısında büyüyen, hırslı bir futbolcu olan Lefter, hayalinin peşinden gitmesi için, katı, sert babasının ideallerine karşı gelip kendine bir kariyer seçer. Türk Futbol Tarihinin en önemli oyuncularından biri olma yolunda aile, aşk, kimlik konularındaki zorlukların üstesinden gelmeyi başarır. Kariyer yolculuğunda pek çok mücadele etmek zorunda kalan Lefter’in yaşadıkları kendisini dünya çapında bir efsane, bir ikon haline getirir.
Türk futbol tarihinin en büyük başarılarından biri sayılan Türkiye’nin Macaristan’ı 3-1 yendiği maçın iki golünü Lefter, diğerini Metin Oktay kaydetmişti. Yurt dışına transfer olan ilk Türk olarak, Floransa ve Nice takımlarında top koşturan Lefter, Real Madrid’ten teklif almasına rağmen, Fenerbahçe’de oynamak için ülkesine dönmüştü. Dönemin ruhunu iyi yansıtan ‘Lefter’ filmi bana, koyu Galatasaraylı olmama rağmen, Fenerbahçeli Lefter’i çok sevdiğimi hatırlattı. Zaten çocukluğumda Dolmabahçe’de GS-FB maçını yan yana izlemek mümkündü. Letfter Galatasaray’ın idol futbolcusu Metin Oktay ile çok yakın ve samimi bir arkadaşlık kurmuştu. Genç Lefter Taksim Stadı’nda ilk çıktığı maçta, idolü Beşiktaşlı Baba Hakkı’ya derin saygısından, maçta ondan önce gol attığı için mahçubiyetinden maç sonu stadtan kaçarcasına ayrılmıştı.
Filme dönecek olursak, yönetmen Can Ulkay ilk biyografik filmi ‘Ayla’ (2017) ile ilk çıkışını yapmış, ertesi yıl Müslim Gürses biyografisi ‘Müslim’ ve şu günlerde vizyondaki aksiyon filmi ‘Uykucu’ ile dikkati çekti. İki filmde işbirliği yaptığı senaryo yazarı Ayşe İlker Turgut’un Lefter’in hayatıyla uzun soluklu bir araştırma yaptığı, Haluk Hergün’ün danışmanlığından yararlandığı, Fenerbakçe Kulübü’nden de destek aldığı belli oluyor. Fahir Atakoğlu’nun nefis Rumca şarkıları içine alan müzik partisyonu filme değer katıyor. Filmin başarılı oyuncu kadrosunda, Lefter’e benzerliği ve sağlam fiziğiyle Erdem Kaynarca rolünün hakkını veriyor. Baba Hristo’yu kadronun en ünlü ve deneyimli oyuncusu Halit Ergenç, annesi Argiro’yu TV starı Aslıhan Gürbüz canlandırıyor. Lefter’in vefakar ve fedakar eşi Stavrini’de Deniz Işın, can yoldaşı (kendisine Ordinaryüs lakabını yakıştıran) FB’nin eski divan üyesi, Karay Yahudisi Manol Taylan’da Mert Denizmen, sevgilisi Meri’de Aslıhan Malbora var. Hamdi Alkan’ın Onnik’te, Bora Akkaş’ın Leblebi İhsan’da kısa rolleri var.
Yakın tarihimizin kara sayfaları arasında yer alan 6-7 Eylül Olayları’nı sinemamızın ekrana taşımada başarılı olduklarını söylemek güç. Nasıl Fransız sineması 20. yüzyılın en önemli toplumsal ayaklaması ‘Mayıs 68 Olayları’nı perdeye aktarmada cimri davranmışsa, sinemamız da 6-7 Eylül’e pek sıcak bakmadı. Bu konuda en başarılı eser, Rana Denizer’in annesi Matilda’nın hayatını anlattığı Netflix’in ‘Kulüp’ dizisi. Dört yıl önce altı bölüm halinde yayınlanan ilk sezonu, ertesi yıl dört bölümlük ikinci sezon takip etmişti. Necati Şahin liderliğindeki yedi kişilik ekibin elinden çıkma senaryo, Zeynep Günay ile Seren Yüce yönetiminde ekrana taşınmıştı. Tomris Giritlioğlu Yılmaz Karakoyunlu’nun ‘Salkım Hanımın Taneleri’ romanını senaryo haline getiren Etyen Mahçupyan ile Tamer Baran, 6-7 Eylül Olaylarını 1999’da beyaz perdeye taşımıştı. Yönetmen Giritlioğlu on yıl sonra yine Karakoyunlu’nun romanından ‘Güz Sancısı’ ile 6-7 Eylül hakkında bir film yapmıştı. Senaristler arasında Mahçupyan’ın yanında Tayfun Pirselimoğlu vardı.
Viktor APALAÇİ
Kaynak: Şalom 26 Kasım 2025
Bir önceki sosyalağlardan yazısını okudunuz mu?


Neden ben? Son derece derin, son derece kısa, anlamlı bir soru. Kendinden emin olmama hali mi? Yoksa bir isyan mı? Haksızlığa uğradığında neden ben diye sorarsın. Hayata anlam katmak istersin sorarsın. Bir sorumluluk üzerine yüklenir sorarsın. Neden bu hayat bana verildi? Ve ben bu hayat ile nasıl başederim.
Bir kayıp, bir hastalık, bir ayrılık, bir travma yaşandığında bu soru sıkça sorulur. Bu bir tepki, bir sorgulama biçimidir. Buradaki temel duygu çoğu zaman haksızlık ve yalnızlıktır. Bazen de bir fırsat veya bir başarı geldiğinde sorulan neden ben sorusundaki temel duygu yetersizlik hissidir.Ama kişi içten içe “ neden ben olmayayım ki” sorusuna gizli gizli sorar. Bu durum da gizli olarak hak edişi çağrıştırır. Ben olmayacaksam kim olacak ki gibi bir aşırı özgüven bazen bu sorunun cevabının yönünü tamamen değiştirir.
Neden ben değil? Aslında büyük bir hazırlığın ardından sorulur. Neden fark
edilmedim? Neden benim kapım çalınmadı? Neden benim hikayem henüz
başlamadı? Hayat sessizce “dur hele senin yolun daha var, hem daha derin,
hem daha farklı hele bir sabret” demektedir. Ancak bu kısa hak etmeme hali
bazen benliğimizi o denli sarar ki teslim olur vazgeçeriz.” Zaten geç kaldım,
ben kimim ki, beni kim ‘olmayacak’ ilan etti ve neden inandım” Sustur şu iç
sesini, gerçeğin olmadan ve bir kelime ile dünyanı değiştir neden ben değilim.
Ünlü Fransız yazar ve filozof Sartre’a göre insan özgürlük ile lanetlenmiştir. Bu
özgürlüğün diğer bir adı sorumluluktur. Kişi neden ben değilim sorusuna cevap
olarak “ yeterince istemedim, yeterince çalışmadım, korktum” gibi cümleler
kurar. Eğer ben olamıyorsam sorumluluğu da kendimde aramalıyım der
Sartre. “Sen kendi anlamını yaratma gücüne sahipsin.”diyen Satre için neden
ben değilim sorusu kolaylıkla cevaplanıyor..
Kişinin kendini ifade etme zorunluğu da neden ben sorusunu beraberinde
getirir. Ben neden anlaşılmıyorum, neden ben bu duyguları bu kadar
derin yaşıyorum. İçimizdeki ses konuşmak ister.Bu durumda sessiz kalırsam
anlaşılamam, isyan edersem çalışmalarımı engellerim. Kabulleniş beni ileriye götürmez. İsyan ise ruhumu kaplar ve yolumu değiştirir. Bu denli arada kalınca gene kendi yeteneklerime bir göz atıp doğru hedefte olup olmadığımı sorgulamanın zamanı gelmiştir.
Türk Edebiyatının genç şairlerinden birine ait olan bu dizleri sizlerle
Paylaşıyorum;
Gözlerimi en sona sakladım,
Kendime sıra gelmedi bir türlü.
“Neden ben olmayacağım?” diye sormadım.
Çünkü hâla “olma”nın ne olduğunu öğreniyorum.
Feride PETİLON
Bir önceki yazımı okudunuz mu?
IYT dip not :
İfade edilen görüşler İYT web portalının editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Yazarların düşünceleri sadece kendilerini bağlar.

İsrael’i anlamanın ilk şartı şudur:
Herkes haklıdır — ve hiç kimse tek başına yeterli değildir.
Bu ülke, tek bir talep üzerine değil; çelişen taleplerin birbirini sınırlamasıyla ayakta durur.
Dindar ne ister?
Tanrı’nın vaadini, kutsal toprağın anlamını, Şabat’ın kamusal saygısını. “Devlet Yahudi olmalı; yoksa boş bir kabuk kalır.”
Seküler ne ister?
Özgürlük, modernlik, bireysel hak, bilimin gücü. “Devlet Yahudi kalabilir, ama kimsenin hayatı zorla şekillenemez.”
Milliyetçi ne ister?
Güvenlik, güç, caydırıcılık, savunma. “Tek bir hata hayatımıza mal olur; önce güvenlik.”
Sol ne ister?
Eşitlik, hukuk devleti, insan hakları. “Devlet güçlü olabilir, ama adalet olmazsa çürür.”
Haredi ne ister?
Kimliğin korunması, geleneklerin bozulmaması. “Bin yıllık yaşam tarzı modernite uğruna feda edilemez.”
Arap vatandaşlar ne ister?
Eşitlik, saygı, ayrımcılığın sona ermesi. “Vatandaşız; eşitlik olmadan sadakat olmaz.”
Diaspora Yahudisi ne ister?
Güçlü bir İsrael, ama içeride çok sert bölünme olmadan. “İsrael bizim sigortamızdır — ama birbirinizi yemeyin.”
Ordu ne ister?
Sessizlik. İcra gücü. Stratejik akıl. “Siyaset kavga eder, biz sınırı tutarız.”
Ekonomik merkez ne ister?
Stabilite, teknoloji, küresel entegrasyon. “Kriz her an kapımızda; ekonomi düşerse ülke düşer.”
Bütün bu farklı talepler bir arada ne oluşturur?
Basit cevap: kaos.
Ama daha doğru cevap:
İsrael’in doğal düzeni.
Hiçbir grup diğerine tam galip gelemez. Her biri diğerini frenler, dengeler, zorlar.
Bu yüzden:
Kaos bozulmuş düzen değil, İsrael’de düzenin ta kendisidir.
Çünkü tek bir taraf kazanırsa — ülkenin yapısı çatlar.
İsrael şöyle hayatta kalır:
– Dindar seküleri dengeler. – Seküler dindarı frenler. – Milliyetçi solu uyarır. – Sol milliyetçiye ayna tutar. – Arap vatandaşı ülkeye azınlık boyutu getirir. – Ordu herkesi gerçekliğe bağlar. – Diaspora dışarıdan nefes olur.
Hepsi bir arada kalırsa: denge vardır. Biri yok olursa: denge çöker.
Sonuç çok basit ve çok sert:
İsrael tek bir ideolojinin ülkesi değildir. Farklı doğruların birbirine çarparak hayatta tuttuğu tek ülkedir.
Ve bu yüzden:
Eğer İsrael bu talepler kaosunu taşıyabiliyorsa, dünyada hiçbir millet için umut kaybolmamıştır.
Ezra Behar
Bir önceki sosyalağlardan yazısını okudunuz mu?



























