
Yeniden bir sergi dönemi ve yeniden en etkili sanatla karşı karşıyayız Gan Haİr’de. Sergi, bağırmanın sessizlikle rekabet ettiği ve manipülasyonun güç kisvesi altında olduğu bu çalkantılı zamanlarda, dinlemenin anlayışın başlangıcı olduğunu düşünmemize fotoğraf sanatıyla ışık tutmayı hedefliyor.
Gürültüyle dolu bir çağda, karşı karşıya olduğumuz en büyük tehdidin, duyacak çok fazla şey olması olabilir mi? Kesinlikle katılıyorum ve ekliyorum tehlikenin boyutunun bollukta değil, çarpıtmada olduğunu. Yaşamlarımıza eşit ağırlıkta baskı yapan iki güç; susturma ve kafa karışıklığı. İkisi birlikte, konuşmanın zorlaştığı, dinlemenin ise puslandığı bir manzara yaratıyorlar.

Böyle bir ortamda yine de bazı sesler varlığını sürdürüyor: Onlar sessiz olanlar, muhalif olanlar, rahatsız edici olanlar. Evlerden, mutfaklardan, sokak köşelerinden ve savaş sahnelerinden yükseliyor, silinmeyi reddeden hikâyeler taşıyorlar. Bu sesler, onaydan çok, anlaşılmayı talep ediyor. Bizden tanıklık etmemizi, bir başkasının deneyiminin kendi deneyimimizmiş gibi algılamamızı istiyor. Anlayıp bir şeyleri değiştirebileceğimize işaret ediyor.

Bazı sesler algıları çarpıtır ve komşular yabancı, yabancılar tehdit haline gelir. Fikir ayrılıklarını şüpheye, farklılıkları ise tehlikeye dönüştüren seslerdir. Güçleri iddia ettiklerini ne kadar çabuk gerçek olarak kabul ettiğimizde yatar. Ancak bu manipülasyonu fark etmek, direnişin ilk adımıdır. "Bizi" "ötekilere" dönüştürmekten kimin yararlandığını sorguladığımızda, net bir şekilde görme ve toplulukları yeniden bir araya getirecek şekilde konuşma yeteneğimizi yeniden kazandırır bizlere.




Ama biz ne kadar istekliyiz dinlemeye? Gerçekten dinlemek, bir cesaret eylemidir. Netliğin her zaman anında gerçekleşmediğini, gerçeğin genellikle sabit bir anıt yerine değişken bir silüet gibi geldiğini kabul etmeyi gerektirir. Ve bu silikliğin içinde bir güç vardır. Yaşananlara dair bir soru. Anlamaya dair bir çaba.

Photo Is:rael – Voices- Sesler- başlığını seçerken buna işaret etmek istiyor. Sergilen eserler, sömürgeciliğin prangalarından sesleri kurtarmayı amaçlıyor: benzersiz geleneklerin, halkların ve toplulukların, coğrafi ve psişik manzaraların sesleri; kadınların, beyaz olmayanların, toplumun kenarlarında yaşayanların sesleri ve aynı zamanda en mahrem sesler - bedenin, kalbin, hafızanın ve ruhun sesleri. Birçok yönden, sesleri özgürleştirmek, kendimizi duyurma ve duyulma yeteneğimizi yeniden kazanmak için nefes almak, bağırmak, savaşmak, şarkı söylemek, konuşmak ve mırıldanmak anlamına gelir. Bir ses her zaman farklı, özel ve eşsizdir. Ancak duyulduğunda gerçek anlamda özgürleşir.
Sık sık başkalarına ses "vermekten" bahsederiz, ancak gerçek daha basit ve daha talepkârdır: çoğu insanın zaten sesi vardır. İhtiyaç duydukları şey, istekli dinleyicilerdir. Bir topluluk, nasıl konuştuğu kadar nasıl duyduğuyla da inşa edilir. Fotoğraflara baktıktan sonra kendimize şunu sorarak çıktık binadan; Duyuluyor muyum? Görülüyor muyum? Anlaşılıyor muyum?
Keyifli bakışlarla sergi 29 Kasım’a kadar gezilebilir.
Stella Namet ABULAFYA
Bir önceki yazımı okudunuz mu?


Her birimizin hayatının büyük bir kısmı ve kişiliğimizin büyük bölümü, büyüdüğümüz aileden çok güçlü biçimde etkilenir.
Evimizde öğrendiklerimiz, gördüklerimiz, soluduğumuz atmosfer… Bizim streslere nasıl tepki verdiğimizi, sevinçlere nasıl tepki verdiğimizi büyük ölçüde şekillendirmiştir.
Aile içi ilişkiler, evdeki huzur — bunların hepsi üzerimizde derin izler bırakır.
Bu yüzden hayatta “ev atmosferinden” ve “şalom bayit”ten daha önemli bir şey yoktur.
Ne banka hesabındaki para ne evin büyüklüğü ne de alınan oyuncaklar…
Önemli olan anne babanın birbirine nasıl konuştuğu, nasıl davrandığı, durumlarla nasıl başa çıktığı ve ailedeki ilişkinin nasıl göründüğüdür.
Çocukları inşa eden şey budur, onları bugün oldukları kişiye dönüştüren şey budur.
“Şalom Bayit” bir Yahudi ailesi kurmanın temelidir.
İsrail halkının geleceği — bir sonraki nesil — evlerimizde gördükleri atmosfere bağlıdır.
Tora, Toledot Peraşası’nda şöyle der:
“AviMelekh, pencereden baktı ve gördü ki Yitzhak, karısı Rivka ile ‘me-sahek’ (gülüşerek, yakınlık içinde) davranıyordu.”
Peki neden gülüş evliliğin sembolüdür?
Gülmeyle evlilik arasında nasıl bir bağ vardır?
Hepimiz biliyoruz ki gülmek (Tshok) büyük bir güçtür.
İnsanı açar, kalpleri yumuşatır, yakınlık oluşturur.
Gülmek — çevremizdekilere onları anladığımızı, onları sevdiğimizi ve onlara yakın olduğumuzu hissettirir.
Sorunları veya anlaşmazlıkları olan insanlara gülmek büyük rahatlık verir.
Gülmek baskıyı azaltır, karşı tarafı anlamaya ve kabul etmeye kapı açar.
Peki gülme nereden gelir?
Neden aniden güleriz?
Neden hayvanlar değil de insanlar güler?
Çünkü gülme beklenmeyen, ani bir yenilik gördüğümüzde ortaya çıkar.
Öngörülmeyen bir şey olduğunda gülme oluşur.
Beklenmeyen, ters gelen şey gülmeyi doğurur.
Bir kuş konuşunca güleriz ama insan konuşunca şaşırmayız.
Gülme = beklenmeyen yenilik.
Tora bize Erkek ve kadının iki zıt olduğunu söylüyor.
Nitelikleri farklıdır, doğaları farklıdır.
Ve Tanrı, Adam’a şöyle der:
“Eşin ile bir olacaksın, ikiniz bir beden olacaksınız.” “ve-hayu lebasar ehad”
Nasıl olur da iki zıt şey bir olur?
Bambaşka özellikler, başka duygular, başka yaklaşımlar…
İşte tam bu durumda Tora diyor ki:
יצחק מצחק את רבקה אשתו
“Yitzhak, Rivka ile mesahék idi.”
Kadın ve erkeğin birleşmesi- iki zıddın bir olması -doğası gereği beklenmeyen, olağanüstü bir şeydir.
Bu yüzden gülme uyandırır.
Ego, insanın doğası gereği kendine dönüktür.
Ama evlilik, insanın kendi kutusundan çıkması, egosunu aşmasıdır.
Bu, doğasına zıt bir yeniliktir — bu yüzden gülme sembolüdür.
Peki bunu nasıl başarırız?
Çoğu zaman “anlaşmazlık”, “fikir ayrılığı”, “eşler arası çatışma” dediğimizde içimizde hemen kötü bir his doğar:
“Sorun var… tehlike var.”
Gerçekte ise — eşler arasındaki anlaşmazlık kötü bir işaret değildir.
Tam tersine evliliğin doğal bir parçasıdır.
Çünkü iki insan farklıdır; duyguları, istekleri, tepkileri farklıdır.
Eğer hiç görüş ayrılığı yoksa- bu iyi değildir.
Bu, aralarında gerçek bir birlik olmadığını;
konuşmadıklarını, bağlantı kurmadıklarını gösterir.
Her biri kendi hayatını yaşıyor demektir.
Dolayısıyla kavga yoktur ama birlik de yoktur.
Fikir ayrılıkları…
Evliliği inşa etmek, “tek beden olmak”, tek bir gerçekliğe dönüşmek için — sadece duygusal olarak değil, Tora’ya göre — zıtlıklar gerekir.
Bu tamamen normaldir ve bundan korkmamak gerekir.
Tam tersine:
Zıtlıklar ve farklılıklar sayesinde bütünlük,mükemmellik inşa edilir.
Çünkü her bütünlük, birçok farklı unsurun birleşmesinden oluşur.
Bir tablo kırmızı, sarı, beyaz gibi farklı renklerle güzeldir.
Duygusal bir orkestra parçası; piyano, keman, flüt gibi birbirine zıt enstrümanların uyumuyla ortaya çıkar.
İşte güzellik budur — farklılıklar birleşerek tamlık oluşturur.
Peki insanın hayatta aradığı iki şey nedir? İnsanı en güçlü şekilde yönlendiren iki duygu nedir?
1. Bağ kurmak.İnsan başkalarıyla bağ kurmak ister: ait olmak, kabul görmek, sevilmek, bağlantı hissetmek.
2. Otantiklik.Kendim olmak — kendi benliğimi ifade etmek — bireysel olmak isterim.Ben başkasının kopyası olmak istemem.
Hem erkek hem kadın bu iki dürtüyle yaşar.
Bu sürekli bir “içsel dans” gibidir:
Hem kendim olmak isterim, hem de seninle bağlı olmak isterim.
Evlilikte bu çelişki güçlü şekilde hissedilir:
“Kendime bağlı kalmak istiyorum ama eşime de bağlı olmak istiyorum.
Bunu nasıl yapacağım?”
Hepimizin içinde derin bir yalnızlık vardır.
Gerçekten içimde olup biteni kimse bilmiyor — çoğu zaman ben bile tam bilmiyorum.
Bu çok yalnız, çok gizli bir yer.
Biz evlenirken umut ederiz ki:
“Artık ruh ikizimi buldum.
Beni anlayacak biri var.
Benimle akacak biri var.”
Ama gerçek şudur:
Hiçbir evlilik, kişinin içindeki derin yalnızlığı tamamen yok edemez.
Her zaman bir şeyler vardır ki eşimiz anlayamaz.
Çünkü her insan hayatı farklı gözlüklerle görür.
Bunun en basit örneği, meşhur optik illüzyon resmidir:
Yanlarda iki insanın yüzü, ortada bir kadeh görünür.
Kimisi sadece iki yüz görür, kimisi sadece kadeh görür.
Ne gördüğün, siyaha mı yoksa beyaza mı odaklandığına bağlıdır.
Arka planın ne olduğuna, “asıl” resmin ne olduğuna bağlıdır.
İşte bu yüzden, eşimizin davranışlarını gördüğümüzde, içinde olup biteni göremeyiz.
Gördüğümüz her şey, kendi gözlüğümüz, geçmişimiz, kişiliğimiz üzerinden süzülür.
Bu da çoğu zaman çatışmaya sebep olur.
Peki ne yapacağız?
Bu farklılıklarla nasıl yaşayacağız, hatta onlardan nasıl büyüyeceğiz
Evlilikte en büyük sorunlardan biri,
bir tür ruhani sezgiye — ‘ruah hakodeş’ gibi bir hassasiyete — ihtiyaç duymamızdır.
Yani eşimizin kalbinde ne olduğunu hissetmek.
Kelimelerin içine dalmak, onların ardındaki hissi anlamak…
Gerçekte eşim ne hissediyor?
Eğer emin değilsek — sormalıyız:
“Gerçekte ne hissediyorsun?”
İyi bir gözle bakabilmek,
kelimeleri değil duyguyu duymayı öğrenmek, bir anda her şeyi değiştirir.
Evli çiftler, genellikle yanlış anlamadan dolayı yapmış oldukları şiddetli kavgalardan sonra, gerçek niyetleri ortaya çıktığında kahkahalarla gülmeye başlarlar.
Çünkü bambaşka bir dünya keşfederler.
Daha önce farkında olmadıkları yeni bir alan açılır.
Bu insanın büyüklüğüdür.
Her çiftin büyüklüğüdür:
Kendinden çıkmak, açılmak,
kim haklı kim haksız diye düşünmeyi bırakmak,
kalpte gerçekten ne olup bittiğini anlamak.
Her seferinde böyle bir anda durup kendimize sormalıyız:
“Ben kelimeleri mi duyuyorum, yoksa kalbindekini mi?”
Eğer her iki eş de birbirine şu soruyu sorsa:
“Gerçekte ne hissediyorsun?”
Bu konuşma yapıcı, gerçek ve bağ kuran bir konuşma olur.
Her biri kendi hayatından bir şey ortaya koyar,
kendi iç dünyasını diğerine verir.
Diğeri de aynısını yapar.
Böylece herkes diğerinin kalbindeki resmi görür
ve bağ güçlenir — ve-hayu lebasar ehad — tek beden olurlar.
Ve birden fark ederler ki
kafalarında kurdukları senaryolar,
tamamen birer fanteziymiş.
Gerçekle ilgisi bile yokmuş.
Şimdi harika bir şekilde anlayabiliriz :
Neden evlilik “gülme” (Tshok) ile bağlıdır?
Gülmek çok özel bir şeydir.
İstemekle olmaz, karar vererek olmaz.
“Şimdi güleceğim” dersen olmaz.
Çünkü gülme - ruhun ortaya çıkışıdır.
Egoyu aşan bir içsel patlamadır.
Kişi istemeden, planlamadan dışarı fırlar.
Gülme, varlığımızın daha derin, daha ruhani bir yerinden gelir.
Ego’nun hesapları yoktur orada:
“Ben haklı mıyım?”,
“Ben kazanıyor muyum?”
gibi şeyler gülmede yoktur.
İki kişi birlikte güldüğünde,
birlikte yeni bir şey keşfetmiş olurlar —
ruhsal bir karşılaşma yaşanır.
Bir an için “ben” ve “sen” yoktur — biz vardır.
Bu nedenle gülme insanları yakınlaştırır.
Bu nedenle sadece “birlikte yaşamak” yetmez;
birbirimizi neşelendirmemiz,
kalbimizi canlandırmamız gerekir.
“Tora der ki: ‘Ve-simah et ishto’ — karısını sevindirsin”
Bu sadece aynı evde bulunmak değildir;
eşinin kalbini hayata döndürmektir,
onu anlamaktır,
onu tamamlamaktır.
Peki egodan nasıl çıkarız?
Ego doğamızdır — nasıl aşacağız?
Birinci adım:
Bir dahaki tartışmada bir an durup kendimize soralım:
“Şu anda egomu mu savunuyorum?”
“Şu anda haklı çıkmak mı istiyorum?”
Ve hemen ardından şu soruyu soralım:
“O (veya o) şu anda ne hissediyor?”
Bu soru egodan çıkarır, diğerinin kalbine sokar.
Onu değiştirmeye çalışma, düzeltmeye çalışma, yargılama —
sadece anlama isteği…
işte gerçek bağ budur.
Şalom Bayit’in büyük sırrı budur:
Eşinin emeğini görmek, sevgisini görmek, basit görünen şeylerdeki ruhu fark etmek.
Şimdi bir şeyi derinden anlamamız gerekiyor.
Gemara (Yevamot 63b) şöyle der:
Eretz Yisrael’de bir adam evlenmeye giderken,
yolda ona “Matza mı yoksa Motze mi?” diye sorarlardı.
Neden böyle derlerdi?
Çünkü iki pasuk vardır:
1. “Matza isha, matza tov” – Bir kadın bulan iyilik bulur.
2. “Motze ani mar mimavet et ha’isha” – Bazı kadınlar ölümden bile acıdır.
Bir çelişki gibi görünür.
Bir damada neden böyle söylenir?
Kötü hissetmez mi?
Açıklama harikadır:
İki çeşit evlilik vardır:
1. Kendisi için değil, eşi için evlenen
Eşine vermek isteyen, ona iyilik yapmak isteyen,
bir yuva kurmayı hedefleyen…
Bu kişi “Matza isha, matza tov”tır.
İyi bulur.
2. Egosu için evlenen
“Biri bana hizmet etsin.
Bana versin.
Bana rahatlık sağlasın.”
diyen…
Bu kişi “Motze ani mar mimavet”tir.
Çünkü kendisinin peşindedir.
Mesele eş değil —
niyettir.
Evliliğe hangi kalple girildiğidir.
Ve aynı şey kadın için de geçerlidir.
Hayat boyu inişler çıkışlar olur —ama güzellik, mucize, gülmeyi doğuran şey, her zaman birlikte büyümektir.
Bir keresinde Rabbi Simcha Cohen’den (şalom bayit uzmanı) biri sormuştu:
“Bir çiftin evliliğini düzeltmek ne kadar sürer?”
O da demiş ki:
“Ben bir çiftle 30 yıldır çalışıyorum.”
Adam şaşırmış:
“Ve hâlâ başaramadın mı?”
Rav Simcha gülmüş:
“Hayır, o çift benim ve eşim.”
Efraim ÖZŞARDAŞ
Bir önceki yazımı okudunuz mu?


Shakespeare’in en tartışmalı metinlerinden Venedik Taciri, Tel Aviv’deki Habima Tiyatrosu’nda yeniden sahneleniyor. Bu yeni yorum, oyunun merkezindeki etik, kimlik ve ötekileştirme meselelerini alışıldık çerçevenin dışına taşıyarak, metni modern izleyici için yeniden anlamlandırıyor. Yönetmenlerin radikal ama bilinçli tercihiyle hikâye, 14. yüzyıl Venedik’inden çıkarılıp Berlin 1933 atmosferine yerleştirilmiş. Böylece oyun, sadece bir Shakespeare komedisi olmaktan çıkıyor; antisemitizmin soğuk nefesini ensesinde hisseden bir toplumun aynası hâline geliyor.
Hana Laslo’nun Shylock rolünde oynadığı oyun William Shakespeare’in klasik metni “The Merchant of Venedic” (הסוחר מוונציה) üzerine kurulu. Habima’da sahnelenen bu versiyonun çevirisi Dori Ferans’a ait. Yönetmenliğini ise Moshe Kapton ve Miri Lazar üstlenmiş.
Her ne kadar oyun modernleştirilmiş ise de Shakespeare’in ruhuna sadık kalınmış ve oldukça ağdalı ve şiirsel bir lisan kullanılmış.
Shylock’un Yeniden Doğuşu: Klişeden İnsanlığa
Habima sahnesinin en dikkat çekici başarısı, Shylock karakterinin çok katmanlı bir portresini çizebilmesi. Shakespeare’in zamanında Yahudi stereotiplerini içeren bir figür olarak yazılmış Shylock, bu prodüksiyonda sadece hırslı bir tefeci değil; öfkesi, gururu, kırılganlığı ve haklılığı olan bir insan. Onu şeytanileştiren bir metni, karakteri insani bir derinlikle sunarak dönüştüren güçlü bir oyunculuk var sahnede. Bu mizansen, seyircinin Shylock’a karşı rahatsız edici ama değerli bir empati kurmasına izin veriyor. Hana Laso’nun oyunu ise mükemmelin de üzerinde.
Ünlü “Bizi dağlasanız kanamaz mıyız?” tiradı, bu sahnede yalnızca bir şikâyet değil; tarihin, toplumsal hafızanın ve insanlık onurunun yırtıcı bir ifşası gibi duruyor. Shylock’un yalnızlığını görünür kılan sahneleme, oyunun kalbini tam da bu kırılma anında kuruyor.
Berlin 1933 Kararı: Cesur Bir Reji Hamlesi
Oyunun Nazi Almanyası’na taşınması, metni yorumlamak için güçlü ama tartışmalı bir tercih. Bu tarihsel aktarım, Shylock’un maruz kaldığı nefretin arka planını daha da keskinleştiriyor; karakterin talepleri ve öfkesi artık salt bireysel bir intikamdan çok, yüzlerce yıllık zulmün sembolü hâline geliyor.
Sahne tasarımında kullanılan dönem estetiği, propaganda görselleri, gri ve boğuk tonlar, yükselen faşizmin soğuk atmosferini hissettiriyor. Böylece oyunun dramatik yapısı daha baskıcı bir ortamda nefes almaya başlıyor. Bu tercihin zayıf yanı, kimi izleyiciler için oyunun orijinal Venedik bağlamından kopması olabilir; ancak Habima’nın yorumu, metni çağdaş bir politik metne dönüştürmeyi başararak bu riski göze alıyor.
Antisemitizm Tartışması
Venedik Taciri yüzyıllardır antisemitizm eleştirilerinin odağı oldu. Bir tarafta Shylock’un “acımasız Yahudi” stereotipini pekiştirdiği eleştirileri; diğer tarafta Shylock’un Shakespeare’in en güçlü dramatik karakterlerinden biri olduğu savunuları var.
Habima’daki bu sahneleme, tartışmayı perde arkasına gizlemiyor. Aksine, oyunun içindeki antisemitik dinamikleri açığa çıkarıyor ve onları eleştirinin merkezine yerleştiriyor. Shylock’un acımasızlığı değil, ona yönelen toplumun acımasızlığı görünür kılınıyor. Bu nedenle prodüksiyon, metni yeniden üretmek yerine dönüştürüyor; antisemitizmi yeniden üreten değil, tam tersine onu sorgulayan ve açığa çıkaran bir tiyatro dili kuruyor.
Bu yönüyle Habima’daki versiyon, oyunun antisemit olduğu yönündeki eleştirileri ters yüz etmeyi başarıyor.
Oyunculuk ve Sahne Tasarımı: Psikolojik Yoğunluk
Oyunun kadrosu oldukça güçlü. Shylock’un dramatik derinliği kadar Portia’nın zekâ ve strateji dolu sahneleri, Antonio’nun suçluluk ve çaresizliği, Bassanio’nun kararsızlığı, tamamı güçlü performanslarla taşınıyor.
Sahne tasarımı ise minimalist ama simgesel. Dekorun keskin hatlarıyla karakterlerin duygusal kırılganlıkları arasında bir tezat kuruluyor. Video projeksiyonları ve ışık tasarımı da özellikle mahkeme sahnesinde nefes kesici bir atmosfer yaratıyor.
Habima’nın Venedik Taciri sahnelemesi, klasik bir oyunu yeniden canlandırmaktan çok daha fazlasını yapıyor: metni politik, tarihsel ve ahlaki bir yüzleşmeye dönüştürüyor. Antisemitizm tartışmasını bastırmak yerine derinleştiriyor, Shylock’u klişeden kurtarıyor ve oyunu modern bir insan hakları anlatısı hâline getiriyor.
Kaynak: ChatGPT
Derleyen: Yakup Barokas
IYT dip not :
İfade edilen görüşler İYT web portalının editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Yazarların düşünceleri sadece kendilerini bağlar.
Bir önceki yazımı okudunuz mu?








































