robert shild - TÜRKİYELİLER BİRLİĞİ
top of page

Search Results

"robert shild" için 309 öge bulundu

  • Bali’nin Schild’e Yanıtı

    Robert Schild’in İYT web sitesinde yayınlanan 6.Nisan.2021 tarihli Yom haŞoa ve “Holokost Tüketimi” başlıklı Merhaba Robert, Bu haftaki yazını okudum. Sağlıcakla, robert

  • Oedipus ve Bibi

    Geçenlerde Cameri Tiyatrosu’nda ikinci sezon boyunca büyük beğeni ile sergilenen, İngiliz oyun yazarı Robert Yüzyılda kaleme aldığı “Kral Oedipus”unu ise Robert Icke’den Cameri’de, seçim zaferinin arifesinde olan

  • Avusturya Parlamentosu’nda "Kasım Pogromu" Anma Töreni

    Erez Israel’in güneyiyle kuzeyinde endişe ve üzüntüyle izlediğimiz savaşın gelişmelerini yorumlamayı bu hafta kalem arkadaşlarıma bırakarak, bir kitap lansmanı için Avusturya Parlamentosu’na davetli olduğumuzu ender bir fırsat görüp, aynı mekânda eşimle birlikte yaşadığımız çok özel bir töreni paylaşmak istiyorum sizlerle… 9 Kasım 1938 akşamını 10 Kasım'a bağlayan gece ile ertesi gün boyunca, Avusturya genelindeki Yahudi sinagogları, Almanya’nın her kentinde olduğu gibi saldırıya uğrayıp ateşe verildi, dindaşlarımızın neredeyse tüm dükkânları yağmalandı ve çok sayıda Yahudi vatandaş taciz edildi, yüzlercesi öldürüldü. O yıllarda salt Viyana’da 102 sinagog bulunuyordu ve ülkedeki toplam Yahudi nüfusu, 167 bini Viyana’da olmak üzere, 201.000 kişiye ulaşmıştı. Bilindiği gibi bu vahşi saldırılar, Nazi rejimi tarafından düzenlenmiş bir kampanyanın parçasıydı. Daha yüzeysel biçimde "Kristallnacht" (yüzlerce Yahudi dükkânlarının kırılan vitrin camlarından esinlenerek "kristal gecesi") olarak tanımlanan, tarihçiler tarafınca Nazi Kasım Pogromları adıyla anılan bu olay, Avusturya'daki Yahudi karşıtı zulmün ilk zirvesini oluşturup, Şoa ile doruğa ulaşan insanlığa karşı işlenen gaddar suçların önünü açacaktı… Daha 1981 yılına kadar kendisini "Nazi rejimin bir kurbanı" olarak nitelendiren Avusturya Devletiyle halkının büyük bir kısmı, o dönemin Başkakanı Franz Vranitzky’nin tarihi konuşmasıyla bu yanıltıcı tutumundan geri dönüp, Naziler ile işbirliği yapan Avusturya‘da kıyıma uğrayıp varlıkları ellerinden alınan, toplama kamplarına sürülen ve öldürülen Yahudilerin ailelerine tazminat ödetmeye başlar. Günümüzde ise ülkede yaşamakta olan 15.000 dindaşımız, devletin en çok ilgi gören azınlığı olmanın yanı sıra, Avusturya’nın İsrail ile bağı çok kuvvetlidir. Holokost tanığı Benno Kern, Parlamento Başkanı Wolfgang Sobotka ve Başbakan Vekili Werner Kogel İşte bu bağlamda, Kasım Pogromu’ndan 85 yıl sonra Avusturya Parlamentosu, kurbanların anısını yaşatmak ve antisemitizm, dışlama ile nefretin her türlüsüne karşı durma yükümlülüğünü vurgulamak amacıyla bu vahşeti, büyük toplantı salonunda özel bir etkinlik ile andı. Parlamento Başkanı Wolfgang Sobotka ve Viyana Yahudi Cemaati Başkanı Oskar Deutsch da Hamas'ın 7 Ekim'de İsrail'de gerçekleştirdiği katliama atıfta bulunarak "Bir daha asla!" sözlerini yinelediler; dahası, Başkan Deutsch "Never again was now!“ tümcesini kullandı… Hamas teröristleri –tıpkı zamanında Nasyonal Sosyalistler gibi– tüm Yahudileri yok etmek istiyor. Buna karşı kararlılıkla durmak gerekiyor. İsrail Parlamentosu Knesset Başkanı Amir Ohana da bir video mesajında Hamas'ın tüm Batı toplumu için oluşturduğu tehdidi vurguladı. Avusturya Yahudi Cemaati Başkanı Oskar Deutsch Törenin devamında Viyana Teknik Üniversitesi'nden Prof. Bob Martens ve Güzel Sanatlar Akademisi'nden Prof. Herbert Peter tarafından Avusturya'da yıkılan en önemli sinagogların eski resimleri ekranlara yansıtılarak, onların sanal olarak yeniden inşasına odaklanan bir sunumda tarihsel arka planlar tartışıldı. Ardından, Avusturya’nın Devlet Televizyonu ORF’in törenden iki gün önce yayımlamış olduğu, antisemitizmin tarihine ilişkin "Eski Nefret - Yeni Yanılsama" adlı belgeselinden bölümler sunuldu. Viyana Büyük Sinagogu Başhazanı ("Oberkantor") Shmuel Barzilai Tören akşamı boyunca, 2015 yılında İstanbul Aşkenaz ve Neve Şalom Sinagoglarında konuk etmiş olduğumuz Viyana Büyük Sinagogu Başhazanı Shmuel Barzilai tarafından söylenen "Eli, Eli" ve "Ani Maamin" ezgileriyle son olarak seslendirdiği "El male rahamim" duasının ardından, sıra akşamın en anlamlı konuğuna geldi: Etkinliğin moderatörü ORF sunucusu Lisa Gadenstätter, Kasım 1938'deki olaylara on bir yaşında tanıklık eden ve tüm ailesiyle Auschwitz’e sürülmüş olup, aralarından tek canlı olarak geri dönen Benno Kern ile bir "Şoa kurtulanı tanığı" söyleşisi gerçekleştirdi. Viyana'nın Leopoldstadt semtindeki bir Yahudi okuluna devam eden Kern, 10 Kasım'da ders gördüğü binayı harap olmuş bir halde bulmuştu. "Okul müdürü ve 28 öğretmen öldüresiye dövülmüş halde yerde yatıyordu. Okul malzemeleri her kattan pencerelerden aşağı atılmış ve yakılmıştı," diye anlattı, 96 yaşındaki Kern! Söyleşinin sonunda, etkiniği izleyenlere o dönemler hakkında "yaşadıklarının sadece küçücük bir kesitini" anlattığını belirten bu holokost tanığı, dakikalar boyunca ayakta alkışlanacaktı… İstanbul’daki bazı benzer etkinliklerde şaşkınlıkla gözlemlediğimiz ikramlı bir "resepsiyon" ile sona ermemiş olan bu hüzünlü anma törenine bir gün sonra Avusturya’nın tüm gazeteleri manşetten yer verdiler – eşimle ben ise, oraya davetli olmanın özel gururunu yaşamış olduk. Parlamento Başkanı W.Sobotka, Holokost tanığı B.Kern’e teşekkür ederken… Tüm fotoğraflar için copyright: Parlamentsdirektion/Johannes Zinner

  • Keşke Hay Eytan’ı dikkatle dinleselerdi!..

    Toprağa dikilmiş bir direk düşünün. Bir metre uzunluğunda. Sabah güneş doğduğunda, bu direğin gölgesi acaba kaç metreye kadar uzar? Ya öğlen saatinde boyu nedir? Kuzey yarıküresinde kış aylarında güneş, yaz aylarındakinden oldukça farklı bir yerden doğup batıyor. O halde bu gölgenin, mevsimler arasındaki farklı konumları nasıldır acaba? Bu örneği vererek göstermek istediğim, söylenen aynı sözlerin değişik kulaklar tarafından duyulurken farklı ideolojiler ve beklentiler taşıyan kişilerde apayrı biçimde yansımalarıdır… Diğer bir deyiş ile: Bu sözler bir kere ağızdan çıktığında, onların algılanışı, yorumlanışı ve (özellikle bu baş döndürücü iletişim teknolojisi ile sosyal medya kirliliği ışığında) geniş kitlelere iletişimi farklı olacaktır – hele bu sözleri duyanlar, konuşan tarafın öncesiz karşıtlarıysa… Bir adım daha ileriye gidecek olursak, bir kişinin ağzından çıkmış olan sözler beklentimizin dışındaysa, bazılarını acaba yanlış mı anladık/algıladık diye kuşku duyuyorsak, onları yeniden sorgulamamız gerekmez mi? Ve –en önemlisi– bu sözleri dile getirmiş insana bir kez daha kulak vermemiz iyi olmaz mıydı? Üniversitedeki bir hocamız, bize “dinleme sanatı”nın ne denli önemli olduğunu uzun uzun anlatmıştı, çeşitli örnekler vererek… Demişti ki, “Bir kişiyi iyi ve dikkatle dinlemek, ona çabucak yanıt vermekten çok daha önemlidir!” Amatörce parmak bastığım bu iki sosyo-psikolojik öğeden sonra, gelelim 12 Ekim akşamına: “Sözcü TV”nin bir açık oturumunda, emekli Kurmay Albay Ünal Atabay’ın yanı sıra, aynı isimli gazetenin köşe yazarları Deniz Zeyrek ve İsmail Saymaz, edinebildikleri bilgileri ve deneyimleri elverdiği kadarıyla Gazze’deki İsrail-Hamas çatışmalarını yorumlamaya çalışıyor, uzmanlıkları dış siyaset olmamakla birlikte, çeşitli saptamalarda bulunuyor, İsrail’in Gazze’yi havadan bombalamasını ağır biçimde eleştiriyorlar... Bir süre sonra programa konuk konuşmacı olarak davet edilen Tel Aviv Üniversitesi’nde dış politika araştırmacısı ve öğretim görevlisi olarak çalışan Dr. Hay Eytan Kohen Yanarocak’ın sözlerini defalarca kesen Zeyrek, kendisi örneğin İsrail’deki evinde bulunan sığınak odası zorunluluğuna değinirken, “Gazze’de bu imkân da yok!” gibi bir önesürümde bulunur – sanki, uluslararası kuruluşların o bölgeye yaptıkları cömert yardım paraların neredeyse tümünün salt silah ve yeraltı tünellerinin kazılması için kullanıldığını bilmiyormuş gibi!.. Hemen ardından yine Yanarocak’ın sözüne giren Saymaz, 1948’den bu yana İsrail’de yaşamakta olan Arap vatandaşlarını kastederek “Beraber yaşadığınız halkın kendi vatanını ona zindan etmek, acaba barbarlık sayılmaz mı?” diye çıkışır. – İzninizle, bu maksatlı ve yanlış saptamaya ben yanıt vereyim: İsrail’de üyesi olduğum Maccabi sağlık sigortasındaki birçok uzman doktorum, o halk kesimindendir – bundan öte, geçenlerde tahlil için kanımı alan baş örtülü Arap hemşire, Türkiyeli olduğumu öğrenince, bugüne dek “bu güzel memlekete” üç kez gittiğini anlatmıştı: İstanbul’a, Karadeniz’e ve Antalya’ya! Konu ile ilgili bölümleri aşağıdaki videoda... kelime kelime olarak izlenebilen bu karşılıklı söz düellolarında İsmail Saymaz’ın, Dr. Yanarocak’a yönelirken İsrael’in eylemlerini sıraladığında, kendisine sürekli olarak “siz” veya “işgalcisiniz” şeklinde hitap etmesi, bu açık oturumun gittikçe kişiselleşmesine yol açıyor, keza sürekli olarak sözünün kesilmesi üzerine genç akademisyen, oturum yöneticisine “beni konuşturmayacaksanız, programınıza gelmeyeyim” siteminde bulunuyor… …ve bir gün sonra kimi Türk gazetelerin “İsrailli akademisyen Sözcü TV'de katliamı savundu” gibi abartılı manşetler atmasına yol açacak olan Yanarocak’ın konuşması şu şekilde tamamlanıyor: “Bu Hamas terör örgütü, Oslo anlaşmasını tanımıyor… İsrail’in varlık hakkını tanımıyor… Biz(im), bizi tanımayan bir entite[1] ile nasıl bir ilişki içerisinde olmamızı bekliyorsunuz, yani bize roket atanlara biz gül mü atalım? Bizim çocuğumuzu kesip biçeni biz kesip biçmeyelim mi? Ben anlamaya çalışıyorum…” Bu tümcesi üzerine Dr. Yanarocak’ın programdan alınmasıyla sonuçlanan tatsız tartışmanın ve kendisinin Türk medyasında lanetlenmesinin ardından, şu toparlayıcı saptamalarda bulunmak isterim: 1) Kuşku yoktur ki özellikle Zeyrek ve Saymaz, tek taraflı haberciliğin ve buradan doğan bilgisizliğin yol açtığı önyargılarla girdikleri programda, “dinleme sanatının” da en uzak noktasındaydılar. 2) Bu bağlamda, İsrael’in öncesiz karşıtları olarak, Yanarocak’ın Hamas terör örgütünü kastederek söylediklerini “Kurulabilecek en insanlık dışı cümlelerden biridir. Bu bir savaş propagandasıdır” (İ.Saymaz) şeklinde saptırdılar. 3) Ayrıca kendisine çoğu kez “siz” olarak yönelmekle, onu katıksız bir İsrael taraftarı olarak damgaladılar. 4) Yanarocak konuşmaya başlar başlamaz sözünü sürekli olarak keserken, onu sanki gittikçe ısıttıkları bir su kazanında haşlayarak, dile getirmek istediklerinin biçemini denetlemesini engellediler. 5) Bu toplantıya “tarafsız” bir akademisyen olarak çağrılmış bulunan Dr. Yanarocak –sanırım aşırı derecede heyecanlanıp soğukkanlılığını yitirerek– bu niteminin dışına çıkma aymazlığında bulunmuş ve bir tuzağa düşmüş gibi, son söylediklerinin olumsuz biçimde değerlendirilmesine ve kamuoyuna o yorumlarla duyurulmasına ne yazık ki engel olamamıştır… Hiç kuşku yoktur ki bu tatsız gelişmeden her birimiz için dersler çıkıyor! *** Not: Sevgili Yanarocak Ailesini uzun yıllardır tanır, Hay Eytan kardeşimi ilk gençlik günlerinden bilir ve bir akademisyen olarak çok takdir ederim. Bu yazıyı kendisinin bilgisi dışında kaleme alıp, en üst düzeyde objektif kalmaya çalıştım… [1] entite / entity (İngilizce) : varlık

  • Netflix’te değişik bir “Ripley”

    senarist (1994: “Schindler's List”) Stephen Zaillian ile görüntü yönetmeni (2008: “There Will Be Blood”) Robert

  • Israel Bayrağı ve Bağnazlık…

    Son günlerde değişik sosyal medya ortamlarında, haredi kılıklı bazı kişilerin İsrael bayraklarını asıldıkları yerlerden söktüklerini, yerlerde sürüklediklerini, dahası yaktıklarını dehşetle izliyoruz. Bundan öte, kimi sağ görüşlü ve/veya kökten dinci siyasetçiler de Şoa’yı anmanın gerekli olmadığını dile getiriyor, Eretz İsrael’i tanımadıklarını açıktan açığa yineliyor! Özellikle ikinci iddia, hiçbirimiz için yeni değil ve aslında bugüne dek pek de ciddiye alınmıyor, daha ziyade aşırı Neturei Karta cemaati ile özdeşleştirilerek, “marjinal” olarak sınıflandırılıyordu… Ne var ki daha çok 29 Aralık 2022’de bölük-pörçük bir sağ koalisyon olarak kurulan 37. İsrael Hükümeti döneminde ve özellikle Yom haŞoa’nın arife günlerinde başlayarak artış göstermiş olan bu türdeki açıklama ve eylemlerin “bu hükümetten cesaret alarak” yapıldığını savlayanlar varken, bu düşünceye katılanların gittikçe çoğaldığını görüyoruz. Bu bağlamda bazı internet portallarında çıkmış olan ateşli tartışmalara, İsrael dışında yaşamakta olan kimi bilge dostlarımız bile –“platonik” olsa da– katılmadan edemiyor ve örneğin “Tzioni Datiler”in varlığını ileri sürerek, bu yüz kızartıcı eylemleri “tüm haredilere” mal edilmemesi gerektiğinin altını çiziyorlar. Bu da hiç kuşkusuz sakıncalı bir genelleştirmeyi önlemeye yönelik, yerinde bir yorum olup, araştırılmaya değer… Bu yılın başında 94 yaşında yitirdiğimiz Avusturyalı Şoa kurtulanı, aktivist ve gazeteci dostumuz Karl Pfeifer’in, bir arkadaşıyla birlikte 1999 yılında yayımladıkları Bruderzwist im Hause İsrael (“Beit İsrael’de Kardeş Kavgası”) kitabında öne sürdükleri bazı gerçekler, ne yazık ki günümüzde kat kat çoğalmıştır. Bu kısa köşemizin çerçevesine o ilginç kitabın özetini dahi sığdıramayız – burada sadece Theodor Herzl’in 1896’da kaleme aldığı Der Judenstaat (“Yahudi Devleti”) adını verdiği başyapıtının 75. sayfasında yer alan “Dil” ve “Teokrasi” bölümlerindeki şu kısa alıntılarla yetinelim: “Kendimizi artık sadece baba inancımıza göre bir birlik olarak görebiliyoruz… O halde, eninde sonunda bir teokrasimiz (din devleti) mi olacak? Hayır! İnanç bizi bir arada tutuyor – bilim ise bizi özgür kılar… Bu nedenle din adamlarımızın teokratik iradelerinin ortaya çıkmasına asla izin vermeyeceğiz. (…) Onları mabetlerimizde tutmayı bileceğiz. (…) Din adamları, güzel işlevlerinin gerektirdiği ve hak ettirdikleri kadar onurlandırılacaktır. Onlara değer veren ve maaşlarını ödeyen devlette söz sahibi olmaları doğru değildir, çünkü bize dış dünyada olduğu gibi, içeride de sorun çıkarabilirler.” Hiç kuşkusuz Herzl’in öngörü ve (örn. sf. 76’daki “beyaz zemin üstünde yedi altın yıldızlı bayrak” – dahası, “sadece profesyonel bir ordu” gibi) önerilerinin bir bölümünün günümüzde gerçekleşip yer al(a)madığını biliyor ve bunu elbette ki onaylıyoruz… Öte yandan, din erki için dile getirdiği “…devlette söz sahibi olmaları doğru değil…” şeklindeki saptamasının günümüzdeki gibi ayaklar altına alınacağını, keza aydın İsrael halkının bu gelişmeyi gözyaşlarıyla izleyecek durumda bırakılacağını hiç ama hiç düşünemezdi, laik düşünür Theodor Herzl! Şu gerçeği artık herkes kabullenmelidir: İsrael’in bugün karşı karşıya kaldığı en büyük sorun, yargı erki konusundaki siyasi ikilem, hatta aşırı milliyetçilikten de öte, dini bağnazlık içine sığınmış olan ve gittikçe artan nüfustur – o kadar ki değerli bir dostumuz, hiç şaka yapmadan, “yarın, iki yeni haredi aileyi geçindirmek için daha fazla çalışmam gerekecek” demeden edemiyor… Bu üzüntümüzü, Karl Pfeifer dostumuzun kitabının girişine Fransız düşünür Denis Diderot’nun 1865’te yayımladığı Encyclopédie’sinin şu alıntısıyla noktalayalım: “Bağnazlık, batıl inançlardan kaynaklanan, sadece utanç ve pişmanlık duymadan değil, hatta bir tür sevinç ve tatminle saçma, haksız, acımasız eylemlerde bulunmaya yol açan kör ve tutkulu bir gayrettir.” İsrael bayrağının daha nice 75 yıllar boyunca dalgalanması dilekleriyle…

  • İstanbul Adaları’ndan artılar ve eksiler…

    .- soldan sağa Halim Bulutoğlu, Adil Ballı, Robert Schild, Ahmet Tanrısever, Viktor Albukrek (foto: Yakup

  • Okullarda antisemitizm – ve önleme tedbirleri

    Robert Schild Tesadüftür ya – neredeyse elli yıldır Israel’de yaşayan, ilk gençliğimizde Caddebostan’

  • “Jewish Pop” ile nostalji…

    Robert Schild Amerikalı pop müziği bestecisi Burt Bacharach hakkında iki hafta önce burada yayımlanan

  • Bir “pop müzik çınarı” devrildi…

    Diğer evliliklerinden iki oğlu ve bir kızı daha var. 2013 yılında müzik yazarı Robert Greenfield ile

  • Üzücü bir konu…

    İsrael ziyaretinde Türkiyeliler Birliği’ni Batyam’daki lokaline de konuk olan Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu, oradaki konuşmasında "Türkiye'de farklı inanç gruplarıyla farklı kültürler arasında Yahudi vatandaşlarımız da yaşamaktadır. Bundan da gurur duyuyoruz.” ifadesini kullandı. Gerçekten kulaklara, gönüllere hoş gelen bir yorumdu bu… Ancak son yılların demografik bilgilerine baktığımızda, bu “gurur”un ne yazık ki daha uzun yıllar boyunca sürebileceğini kestiremiyoruz! Zira, daha bir asır önce neredeyse 100.000 sayısını bulan Türk Yahudilerinin büyük bir kısmının bu güzel ülkeden çeşitli nedenlerle ayrıldığı yadsınamaz. Bunların bir bölümünün, 20. Yüzyıl’ın ilk yarısında Türkiye’de dini azınlıklara karşı takınılmış olumsuz tutumdur kuşkusuz – başta Trakya Olayları, Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül pogromu olsa gerek… 1960’larda yavaşlamış olan bu azalma, yirmi yıl geçmeden ülkedeki anarşi durumuyla yeniden yerini önemli sayıda dış göçlere bırakmıştı – ardından da özellikle ekonomik durum ve küreselleşme, başta genç nüfusun geleceğini başka ülkelerde aramasına yol açacaktı. Diğer göz ardı edilemeyecek bir neden ise, Türkiye’deki bazı çevrelerce körüklenen ve kimi cahil halk toplumları tarafınca benimsenen dayanaksız Yahudi karşıtlığıdır. Bu son olgu, diğer bazı Avrupa ülkelerinde görülen antisemitizm kadar güçlü değildir. Örneğin, yıllar önce katılmış olduğum bir toplantıda, Fransa’nın Yahudi Toplumu eski başkanının “Eğitimde çocuklarımıza güvenli bir ortam, sadece Yahudi okullarında sağlanabiliyor” türündeki aktarımı, beni fazlasıyla şaşırtmıştı. Gerek o yıllarda gerekse bugün de böyle bir saptama İstanbul için düşünülemez! Öte yandan, kimi marjinal ancak bazı ana akım medya kurumlarının da sergilediği Yahudi düşmanlığı, haliyle düşündürücü olup, zaman zaman caydırıcı nitelikte olabiliyor... Sonuç: Yukarıda sözünü ettiğim yüz bin sayısı, günümüzde (resmen doğrulanmamış) bazı kaynaklarca on binlerin az üstünde gezinmektedir! Bu gelişmenin salt demografik nedenleri de vardır kuşkusuz. Bakınız, Türk Yahudi Toplumu (TYT) tarafınca her hafta açıklanan ölüm/doğum sayılarını neredeyse beş yıldır izliyor ve kaydediyorum. Bunlara göre Türk Yahudi nüfusu 2018’de 192, 2019’da 161, 2020’de 181, 2021’de ise 212 kişi olarak azalmış, aynı sayı bu yılın Mayıs ayının sonuna kadar neredeyse 100’e varmıştır – ve buna dış göçler ile yurt dışında okumaya giden gençlerin sayıları dahil değildir… Değerli araştırmacı Rıfat Bali, 2011 yılında yayımladığı The Slow Disappearance of Turkey’s Jewish Community (“Türkiye’deki Yahudi toplumunun yavaşça yok oluşu”) başlıklı makalesinde, o dönem için geçerli saydığı anlaşılan, kötümser yorumuyla şöyle demekteydi: “Bir toplumun yok oluşu, salt demografik değerlere bağlı değildir. Nüfusu az olsa da ve gittikçe azalsa da, kültürel ve toplumsal yaşamı canlı kalmış, belki eskiye göre daha da canlanmışsa, onun “öldüğünü” savlayamayız. Bu bağlamda Türkiye’nin Yahudi toplumu demografik açıdan yok olmuyor – ancak kültürel ve toplumsal açıdan o yola yakındır.” (https://archive.jpr.org.uk/download?id=2583) Sayın Bali’nin bu konudaki öngörüleri ne derece doğrudur acaba? Şurası kesindir ki, aradan geçmiş 11 yıl içinde gerçekler, onu (henüz?) haklı çıkarmadı: “Demografi” tepe taklak aşağıya gitmiştir – ancak kültürel devinim gittikçe yoğunlaşmaktadır… Aslında Bali’nin kuramı, şu örneğe bakılırsa, doğru gibi görünüyor: İki binli yılların başlarında İstanbul Aşkenaz Cemaati’nin Schneidertempel ve Yüksek Kaldırım Sinagoglarında, kısmen Avusturya Kültür Ofisi ve Alman Goethe Enstitüsü ile birlikte düzenlediği çok sayıda konser ve sergi üzerine, rahmetli Sami Kohen o dönemin AC Başkanı Mario Frayman’a karşı “Ya, siz iki yüz kişiyi geçmiyorsunuz aslında, ancak yaptığınız kültürel ‘patırtı’, birkaç bin kişilik bir cemaat olduğunuzu andırıyor!” yorumunu getirmişti. – Ne var ki, diğer sinagog ve kurumların aynı yolu izlemesiyle TYT –demografik açıdan gerçekten çok azalmış olmasına karşın– özellikle kültürel alanda kotarmakta olduğu yoğun ve başarılı etkinlikler aracılığı ile “biz varız” iletisini dört bir yana saçıyor! Bunlar yine konserler ve sergiler olsun, kamuya açık Hanuka kutlamaları olsun, iş birliğini esirgemeyen kimi devlet ve belediye kurumlarının desteği ile yeniden yaşama kavuşturulan sinagoglar ve oralarda düzenlenen etkinlikler olsun – bu yılmayan çabaları üzerine TYT’nun yöneticileriyle yaratıcı/özverili bireylerine uzaktan da olsa, şapka çıkarmak isterim.

bottom of page