robert shild - TÜRKİYELİLER BİRLİĞİ
top of page

Search Results

"robert shild" için 309 öge bulundu

  • “...der Mensch in seinem Wahn”

    p=Products&q_field_active=0&ctg_id=&q=Robert+schild&search=&q_field=

  • 24 yılda ne değişti...?

    1999 İstanbul depreminin ardından, kentimizde birkaç aylığına konuk olarak bulunan Rus/Yahudi kökenli Alman tiyatro yazarı Marianna Salzmann ile yaptığım bir söyleşide, Aristokratlar başlıklı yeni bir oyun üzerinde çalıştığını söylemişti. Konusu ise, büyük bir deprem sırasında lüks bir apartman katındaki partide bulunan birkaç “ileri gelen“ ve varlıklı kişinin, orada bir süre boyunca mahsur kalmaları sırasındaki korkuları, karşılıklı ilişki ve çatışmalarıydı… (ayıptır söylemesi – benzer bir konuyu L.Buñuel‘in El ángel exterminador filminden anımsamıştım!). Genç yazarın iletmek istediği ise, deprem gibi afetler sonucu, varlıklı/önemli kişiliklerin de diğer halk ile aynı tuzağa düşebileceği konusuydu… 6 Şubat gecesi saat 03:19’da Hod Hasharon’daki 12. katın beşik gibi sallanmasıyla uyandığımızda, bir ara Marianna’nın bu oyunu geldi aklıma… Hoş – biz burada deprem merkezinin sadece birkaç yüz kilometre uzağında ama gene de aynı fay hattının bir ucunda bulunmakla birlikte, sağlam ve doğru dürüst bir denetim altında inşa edilmiş bir dairede bulunuyorduk, çok şükür – ancak Gaziantep’te, Kahramanmaraş’ta veya Antakya’daki 2-3 katlı evlerinde, çağdaş “site“lerinde enkaz altında kalanlar ne desin? Bakın, şu link’te ( https://www.sozcu.com.tr/2023/dunya/turkiyede-deprem-felaketi-yikilan-bina-ve-yerlesim-yerlerinin-hali-gundem-oldu-7582209/ ) göreceğiniz “depremden önce” ve “depremden sonra” fotoğraflarında, bazı binaların hemen bitişiğindeki bir diğeri, nasıl da hemen yerle bir olmuş! Yıkılan bu binaların ise 23 yıldan daha eski olduğunu hiç sanmıyorum! İşte buradan kimin dürüst, kimin ise hırsız olduğunu anlayabiliyorsunuz! Kaldı ki buna bazılarınızın hırsız’dan öte, “katil” diyeceğini duyar gibi oluyorum! Deprem Güçlendirme Derneği “DEGÜDER”in Başkanı Sinan Türkkan, T24 haber portalı ile aynı gün yaptığı söyleşide ( https://twitter.com/t24comtr/status/1622636503389044740/photo/1söyleşisi 6/2 ) ise bu olguyu daha kibar bir dille “mühendis/müteahhit/malzemecinin, yani insan hatası” olarak nitelendiriyor – ve konu İstanbul’a gelince diyor ki, asıl soru (kimi papyonlu/papyonsuz deprem “guru”larının TV kanallarında tartışmaya bayıldıkları gibi) “İstanbul depremi ne zaman olacak?” değil, oradaki 600.000 sorunlu binanın ne zaman ıslah edileceğidir… Önemli bir konuya daha değiniyor sayın Türkkan: Diyor ki, kamu binaları inşa edildiğinde, diğer yapılara kıyasla %50 oranda daha sıkı bir denetim gerekiyor, çünkü –nedeni apaçıktır– o binalarda her gün çok daha çok kişi bulunacaktır… Ancak deprem bölgelerinden gelen haberler, asıl kamu binalarının daha çok hasar gördüğü doğrultusundadır! Klişe olan deyişleri pek sevmem ama, 1999’da bir savsöz olmuş şu cümlenin doğruluğu tartışılamaz: “İnsanları öldüren deprem değil, yapılardır!“ Bu acı gerçekleri, üyesi olduğum bir yazışma grubundaki üniversite arkadaşlarımdan biri şöyle yorumluyor: “Deprem olur, sonuçta Anadolu plakası sürekli olarak Afrika plakasının itmesi, baskısı altında... Ancak bu boyutta ölüm, kayıp, zarar olmaz. Bu müteahhit – (…) siyasetçi - aç gözlü mülk sahibi üçgeni varken, bu millet daha ne afet kazıkları yaşar… Düşünebiliyor musun, Hatay ve İskenderun devlet hastaneleri yıkılıyor, Hatay Havaalanı pisti, doğrudan fay üzerinde olmadığı halde, kırılıyor ve kullanılamaz hale geliyor. Daha ne söyleyelim?” Ne yazık ki sosyal medyada bundan çok daha acı haykırışlar da yükseliyor – buyurun size, en hafifinden bir örnek: “Bu gece birçok bağ koptu. Devlet ile millet, millet ile ordu, vatandaş ile siyasetçi... Tamiri muhal bir biçimde koptu.” Tabii ki önemli bir teselli, en kısa sürede yardıma yetişen yerli ve –aralarında hemen de İsrail olmak üzere– yabancı ekiplerin birçok canı kurtarmaya yönelik çabalarıdır – ki bu arada, bizzat TYT’nin değerli Eş Başkanıyla ekibinin Antakya’daki seri girişimlerine de değinmeden edemiyorum. Öte yandan, en azından benim izlediğim yabancı basında yer alan, yerel halkın çıplak elleriyle gerçekleştirdiği özverili çalışmalarına de dikkat çekmek gerekir – ancak sadece bu sıcak ilgi yetmez! Bu bağlamda 1999’daki depremin ardından, o yıllarda sürdürdüğüm Şalom Gazetesi Değinmeler köşemdeki bir yazıyı böyle noktalamıştım: “Türk halkının bu yalın ve candan özverisi, eşine pek az ülkede rastlanır biçimdedir. Yeter ki, bu cevher, uygun bir örgütlenme ile değerlendirilebilsin...” …ancak ne yazık ki, bu türdeki bir örgütlemeden iz yok… Sözün bittiği yerdeyiz.

  • Şoa’yı Mizah ile an(lat)mak...?

    Bilindiği gibi, yerkürenin tüm Yahudi toplumlarında yılda en az iki kez Şoa/Holokost anılır… Bunlar başta Varşova Gettosu’ndaki ayaklanmanın başladığı, İbrani takvimine göre 27 Nisan tarihindeki Yom HaŞoa ile Auschwitz Ölüm Kampı’nın Sovyet Orduları tarafınca kurtarıldığı 27 Ocak BM Holokost Anma günleridir. Bundan birkaç yıl öncesine kadar, iki yılda bir Galata Aşkenaz Sinagogu’nda anılan Yom HaŞoa töreni için oldukça ilginç konuşmacıları (örn. Avusturyalı St. Georg Kilisesi Başrahibini veya İstanbul Almanya Başkonsolosunu) davet eder, Neve Şalom Kültür Merkezi’nde Holokost Kemanları gibi etkinlikler düzenler, Şalom Gazetesi’nin çıkarmış olduğu özel Holokost Eki’nde, Prof. Hasan Bülent Kahraman dostumuz gibi konuk yazarlardan katkılar sağlardık. Bugün de aynı gelenekler sürüyor – dahası, 27 Ocak tarihlerinde bunları “geniş” toplumun kimi kurumları da özellikle üstlenmektedir, örneğin bu yıl İstanbul Üniversitesi Prof. Cemal Bilsel Anfisi’nde olduğu gibi… Bendeniz ise, 27 Ocak tarihini andığımız bu haftaya düşen yazımda, diğer bir konuya kısaca parmak basmayı düşündüm... Geçenlerde Kitap Kurdu köşemizde irdelediğim Bülent Ezcacıbaşı’nın “Aklımızda Bulunsun” başlıklı son kitabında şu cümle gözüme çarpmıştı: “İletişimde mizaha ihtiyacımız var! Anlatacaklarımıza insanlar kulak kabartsın istiyorsak, mizahı kullanmak zorundayız, çünkü kimse ders dinlemek niyetinde değil.” (s.223) Bu ilginç saptamadan hareketle Şoa gibi vahşi, kimilerince inkâr edilebilmeye kadar giden inanılmayacak bir tarihi olayı geniş çevrelere aktarmak için, mizah öğesinin çok yararlı bir araç olduğunu söyleyebilir miyiz? Bana kalırsa, tüm dar görüşlü eleştirilere karşın, 1997 yapımı İtalyan La Vita è Bella filmi, mizahı kullanarak bu insanlık suçunu beyaz perdeden milyonlarca izleyiciye tanıtmıştı. Onunla birlikte, Train de vie veya onları izleyen Jakob the Liar (ABD/1999), Die Blumen von Gestern (Alm./2016) ve The Last Laugh (ABD/2016) filmleri de aynı başarıya ulaştılar! Bu bağlamda, gene birazcık geriye giderek, 2014’te yayımlanmış bulunan Savunmanın Son Çaresi: Gülmek başlıklı mizah kitabımdan buraya aktardığım üç Şoa fıkrasıyla sizleri biraz düşündürmek istedim… 1930’ların Almanya’sından popüler bir soru: “Kaç çeşit Alman Yahudisi bilirsiniz?” Yanıt: “Kötümser ve iyimser olanları...” Soru: “Peki, aralarındaki fark nedir?” Yanıt: “Çok bariz değil mi? – Kötümser olanlar çoktan Amerika’da, iyimserler ise Auschwitz’de...” *** …ve işte Auschwitz Ölüm Kampı, 1943: Yankl Feigenbaum gaz odasına gönderilmek üzere kaldığı barakadan çıkarılırken, nöbetçi Hans Dreckmann’ın önünden geçer. O ise akşamdan kalma ve halen çakır keyiflidir... Yankl’a durmasını emreder: “Bana bak, küçük Yahudi! Bugün 50. doğum günümdür – ve önümden geçen ellinci kişiyi bağışlamak geldi içimden, o da sen çıktın!.. Ama bir şartla!” “Nedir o, Sayın Komutanım?” “Biliyor musun, iki gözümün biri aslında takma – camdan bir gözdür. Ancak, Berlin’deki ünlü Profesör Augenschiss tarafından takıldığı için, gerçek olanından ayırt edilemiyor. Fakat sen, şu efsanevî Yahudi bilgeliğinle hangisi olduğunu kestirirsen, seni bağışlatacağım! Şimdi söyle bakalım, hangisi sahte?” Yankl, Dreckmann’ın her iki gözüne şöyle bir bakar ve hiç tereddüt etmeden cevabı yapıştırır: “Camdan olan, sağ gözünüzdür!” “Aferin, Yahudi! Gerçekten de doğru bilmişsin... Aslında Profesör bunu hemen anladığını öğrense çok üzülürdü, ancak sen bana söyle – aramızda kalacak: Nasıl da hemen bilebildin ki?” “Gerçeği söyleyebilir miyim, Komutanım – ve gene de serbest kalacak mıyım?” “Ne sandın ki, Yahudi – bir Alman subayı her daim sözünün eridir... Serbest kalacağından emin olabilirsin. Ancak, tam gerçeği söylemek kaydıyla!” “Peki, Sayın Komutanım: Sağ gözünüzde o denli insancıl bir bakış var ki…” *** 1943 yılında Münih mahkemelerinde artık hemen hemen hiç duruşma yapılmıyordu... Bunun nedenlerini araştırmış olan bir Alman yargıç, arkadaşına şu açıklamada bulunur: “Gördüm ki Yahudiler bu zor günlerinde karşılıklı olarak mahkemeye gitmiyor, ari ırktan birini de dava etmeye korkuyorlar... Öte yandan Ari Almanlar da Yahudi birini mahkemeye çıkarmaz, zira böyle yapanın, bu ırk mensubuyla bir alış-verişi olduğu açığa çıkar...” – “Çok doğrusun,” diye cevap verir arkadaşı, “Ama salt ari ırkındakiler de mi birbirlerini dava etmiyor artık?” – “Etmeye cesaret edemiyorlar: Münih’te güvenilecek avukat kalmadı ki – Yahudilerin çoğu ya kaçtı veya kampta!”

  • „Avusturya-Yahudi Kültür Mirası“ üzerine…

    Yılda en az bir kez gidip çocuk/torunlarımızı birkaç hafta boyunca ziyaret ettiğimiz Viyana, geniş bulvarlarla gizemli daracık Ortaçağ sokakları, kimileri 200 yıl geriye dayanan tiyatrolarıyla konser salonları, keza kentin göbeğinde yer alan geniş parkları ve görkemli eski binalarıyla ailemiz için her daim bir şölendir! Ne var ki „eski binalar“dan söz ederken, aklıma hemen şunlar geliyor, gözlerimin önünde canlanıyor: Cephelerinde melek heykelleri, pencere üstlerinde aslan kafaları bulunan bu binaların geniş ve süslemeli kapılarından yaka-paça dışarıya sürüklenip kamyonlara bindirilen, ardından Viyana’nın değişik tren istasyonlarında yük vagonlarına sıkıştırılıp Mauthausen, Dachau veya Auschwitz gibi ölüm kamplarına gönderilen çocuk/genç/yaşlı Avusturyalı Yahudiler… Birkaç yıldan beri Viyana Belediyesi’nin bir girişimi olarak, birçok eski binanın önündeki kaldırımlarına kazılmış büyük parke taşları boyundaki bronz karelerde bulunan anma yazıtlarında „Bu evden …tarihinde zorla çıkartılarak …kampına sürülmüş olan Bay/Bayan…, …tarihinde orada katledilmiştir“ gibi cümleler yer alıyor. Almanya’nın belli başlı kentlerinde de bulunan aynı türdeki „tökezleme taşları“nın yanı sıra, Avusturya’daki Linz Büyükşehir Belediyesi geçenlerde daha değişik bir uygulama başlatmış: Kentteki bazı binaların kapılarına özel zil kutuları yerleştirilip yanlarında bulunan plaketlere, o evlerde aynı üzücü nedenlerlden dolya artık oturmayan ailelerin isimleri yazılıyor – ne var ki böyle bir zil çalındığında, herhangi bir yanıt alınamayacaktır! Avusturya Başbakanlığı bünyesinde resmi faaliyet gösteren Avusturya-Yahudi Kültür Mirası (AYKM) Anma ve Yürütme Bölümü iki yıl önce, özellikle bu konuda yapılan etkinlikleri desteklemek ve koordine etmek için kurulmuşken, ülkedeki antisemitizmin önüne geçilmesi için de nice önemli yaptırımlarda bulunmaktadır. 2020 yılından bu yana yürürlükte olan „Avusturya-Yahudi Kültür Mirasını Koruma Kanunu“ çerçevesinde devlet bütçesinden her yıl dört milyon Euro tutarında bir fon, ülkenin Yahudi Topluluğu Yönetimi (YTY)’ne aktarılmakta ve bunun karşılığında bu kurum, yıl içinde girişmiş olduğu etkinliklerin bir raporunu AYKM Bölümü’ne sunmaktadır. Bu etkinliklerin arasında, ülke çapındaki Yahudi mekânlarının sürdürülüp korunması, cemaat yaşamının gelişmesi, gençlik projelerinin gerçekleştirilmesi ve dinler arası diyaloglarının artması için yapılan çalışmalar yer alıyor. Ancak burada bir yanılgıya düşülmesini istemem – YTY’nin tüm dini ve toplumsal mekânlarının güvenliği, bu bütçenin dışında ulusal ordu ve yerel emniyet kurumları tarafınca bedelsiz olarak karşılanıyor… İlginçtir ki tüm bu girişimlerin koordinasyonu, başka bir vesile ile yıllar önce tanışmış olduğum Türk asıllı bir Avusturyalı genç tarafından yürütülmektedir! AYKM Bölüm Başkanlığı’nda bulunan İçişleri Bakanlığı kökenli Dr. Antonio Martino‘nın yanında etkin çalışmalar sürdüren Başkan Yardımcısı Hakan Can, St. Stephan Katedrali meydanındaki bürolarında geçen hafta yaptığımız söyleşide, Avusturya İçişleri, Adalet, Savunma, Eğitim Bakanlıkları ile sürekli işbirliklerinde bulunduklarını belirtiyor. Bunun dışında, değişik yerel kurum ve NGO’lar olsun, uluslararası çapta Yad Vashem gibi enstitülerle olsun, ortak projelere imza attıklarını anlatırken, YTY ile de yakın dirsek temasında olduğu anlaşılıyor. Bu bağlamda, odaklandıkları ortak kültür mirası konularında eğitim ve araştırma, yerel bütünleşme ve küresel işbirlikleri, bundan öte Yahudi kurumlarının sürdürülebilirliği ile korunması yönündeki eylemlerin yanı sıra, antisemitizm ile ilgili her çeşit olayların hukuki takibi, AYKM Bölümü’nün önde gelen görevleri sayılır. „Uluslararası“ demişken, somut bir örneği ele alarak İstanbul’da düşünülen bir Struma Anıtı konusuna değinmem üzerine, Avusturya’nın kendini aynen Almanya gibi Yahudi soykırımının bir ana sorumlusu olarak görmesinden dolayı, böyle bir girişimi manen/maddeten destekleme olasılığına sıcak bakabileceklerini de belirtiyor. Bu arada Hakan dostum, AYKM Bölümü’nün girişimlerini yakından izlemiş olan Bulgaristan’dan aldıkları bir başvuruda, benzer etkinliklerde bulunmak üzere kendilerinden destek aradıklarını anlatıyor… Tüm bunlardan anlaşılan şudur ki, bundan yirmi yıl öncesine dek kendilerini de Nazi kıyımlarının bir „kurbanı“ olarak görmüş olan Avusturya ulusu, bu konudaki suçlarını artık ziyadesiyle kabullenip, bağışlanması için atmadığı adım bırakmıyor… Hiç kuşku yoktur ki bu satırları okuyacak olan aşırı eleştirel bazı Yahudi dostlarımız „Kendilerini tabii ki baş sorumlu olarak görecekler!“ veya „Keşke tüm bu kötülükleri yapmamış olsalar ve şimdi geç pişmanlık duymalarına gerek kalmasaydı…“ gibi yorumlarda bulunabileceklerdir… Ne var ki yakın geçmişte nice insanlık suçlarında bulunmuş olan kimi uluslar, bırakın ki herhangi bir ödencede bulumaya yanaşmamak, yalın birer özür dilemeyi bile düşünmüyor!...

  • “Çatlamış” Likud ve sonrası ?..

    Yeni Knesset matematiği, daha önceki yazılarımda dile getirdiğim modele uyan, beğenilmeyecek türde bir hükûmet oluşturdu: Aşırı ulusalcı ve köktendinci ikişer parti ile her birinin karışımını içinde taşıyan radikal bir milletvekili, Likud’un yanında ve bu partinin popülist/karizmatik/narsist başkanının liderliğinde İsrail’in siyasetini yönetecek(miş). Bu satırların yazıldığı sırada, her ne kadar “koalisyon kurma süresi”nin son saati içerisinde Devlet Başkanına olumlu bir yanıt verilmişse de, anlaşmaya varmış altı taraf arasında her hangi bir koalisyon protokolü imzalanmış değildir henüz – bakalım, en geç 2 Ocak tarihinde yapılması gereken yemin törenine yetişmiş olacak mı! Şimdiden ise şurası açıktır ki Jerusalem Post’un başyazarı Yaakov Katz’ın 16 Aralık tarihinde kaleme aldığı şu düşünceleri İsrael’deki gerçeği yansıtıyor: “Demokrasi, halkın kendi liderlerini seçmesi demektir - ve bu bağlamda, İsraelliler bunu yapmıştır… Ancak bu, seçilmiş yetkililerin her istediklerini yapabilecekleri anlamına gelmez. Vatandaşların haklarına zarar vermek, mahkemeleri zayıflatmak ve dini hakları ayaklar altına almak, demokratik değildir.” Bu köşenin okurları artık biliyorlar ki faşizm ilkelerine yaklaşmış kimi parti yetkilileri, 1967 sonrası Yerleşim Bölgelerinde olup bitenleri yönetecek, ayrıca ülkenin iç güvenliği konusunda aşırı sert önlemlere başvurabilecek; köktendinci partiler aliya uygulamalarını daraltacak, eğitim politikalarına el atacak ve günlük yaşam koşullarına kendi inançlarını yerleştirmeye çalışacak; keza birçok konuda homofobik yaklaşımlar özendirilecek… Tüm bu yaptırımların yanı sıra, yargıya bazı girişimlerin tasarlandığı da gizlenmiyor - ülkeyi bir hukuk devleti konumundan uzaklaştırırcasına… Frankfurter Allgemeine Gazetesi’nin zeki yorumcusu ChristianMeier 22 Aralık tarihli kısa yazısında, İsrael’de görülen çeşitli ironilerin arasında, “gidebildiği kadar sağa açılmış Likud’un yeni kurulacak hükûmetin sola en yakın kanadını oluşturacağını” savlıyor. Şu ters ikileme bir bakar mısınız?! Bir adım daha ileriye gidecek olursak, matematiksel olarak 64 milletvekilinden bileşik hükûmetin tam yarısını oluşturan Likud, diğer koalisyon ortaklarına cömertçe dağıtılmış bulunan önemli ve ağrlık taşıyan bakanlık ve müdürlüklere bakılırsa, bir çeşit junior party konumuna düşmüyor mu? Gerçekten de kimi Likud milletvekilleri hak ettikleri ve erişmeye bekledikleri konum/görevlere ulaşamayacaklarsa, kısa vadede birtakım hoşnutsuzluklar yaşayacakları yadsınamaz. Bu bir… Bundan öte, eğer hükûmet (ve Likud partisi) başkanı, çeşitli bildirimlerinde öne sürdüğü gibi değişik faşizan ve aşırı dinci girişimlere set çek(e)meyecek olursa, bazı Likud milletvekilleri orta veya uzun vadede de hoşnut kalmayacak ve partiden kopmaya kadar gidebilecek – bu da iki… İşte – bu satırların yazarının çok geçmeden beklentisi, 32 Likud milletvekili arasından küçümsenmeyecek sayıdaki liberal görüşlü kişinin kazan kaldırıp partiden ayrılmasıdır ki, demokratik ilkeler ile bağdaşmayan ülkenin bu durumdan sıyrılması, ancak bu yoldan gerçekleşebilir! (Yanı sıra, bu kişilerin yeni bir parti kurmaları veya mevcut merkez/sol partilere dağılmaları, ikincil önem taşır.) İsrael’deki siyasi partiler içerisinde oluşmuş dinamizmi henüz pek iyi bilmeyen yazara bazı dostları, Likud’un bugüne dek geriye kalmış milletvekillerinin daha çok Kuzey Afrika göçmeni ve Mizrahi üyelerinden oluştuğunu ve onların da başkanlarına “taptıklarını” anlatmıştı… Öte yandan, bu 32 kişinin kökenleri, donanımları ve fotoğrafları incelendiğinde, kimilerinin şu sıradaki koalisyon ortakları ile uzun süre birlikte çalışamayacakları, hele İsrael toplumunun bu kişilerin aşırı ülküleri ile bağdaşmayacağına inanacakları apaçık ortadadır – ve bu bağlamda, çok geçmeden Likud’un liberal köşesinde önemli çatlakların oluşacağı yadsınamaz. Peki, sonra ne olacak? Gene yazarın kestirmesine göre üç olasılık görünüyor - ve bunlar, kötüden iyiye doğru, şöyle sıralanabilir: 1) Likud’dan ayrılan grubun sayısına göre, bir önceki koalisyon ortakları ile bir “kıl payı” hükûmeti; 2) Son koalisyonun çalışamayacağını idrak etmiş, daha bilinçlenmiş bir halkın gireceği yeni seçimler; 3) Likud ile Merkez ve Sol partiler ile kotarılacak bir “uyanış” koalisyonu. ***** Not: Yukarıda herhangi bir siyasetçinin adı belirtilmemiştir – çünkü önemli olan kişiler değil, düşünceler, eğilimler ve girişimlerdir… Tüm okurlarımıza sağlık ve barış içinde geçecek bir yıl dilerim – diğer her şey kendi sorumluluklarındadır!..

  • “Mondial” ve Annem…

    Klara Schild z”l bu kupalardan “aşağı” maç izlemezdi – ancak onları da çok dikkatli olarak.Oyun süresince

  • Çürük sütunlar ve berbat çatılar!..

    Bundan birkaç hafta önce bu köşede yayımlanmış olan bir yazımda, siyaset ortamında üç belirleyici ana etkenden söz etmiştim. O yazıyı okuyanlar, bunların milliyetçilik, din ve para olduğunu anımsayacaklardır... Dinler, ilk çağlardan bugüne dek nice acımasız savaşların yanı sıra, çok sert baskı yönetimlerine neden olmuş, ulusalcılığın doğurduğu en son örnek ise, Rusya/Ukrayna savaşında on binlerce masum kişinin ölümüne… Para’ya, yani ekonomik egemenlik dürtüsüne gelince, onun da değişik çıkarlar uğruna nice insanlık suçlarına yol açtığı apaçık ortadadır. İşte bu üç etken, devletler arası ilişkiler tahtında birbirlerini destekler ve tetiklerken hele yetkin siyasetçilerin bir de egolarına alet edildiğinde, “buyurun cenaze namazına” demiştim o yazımda… Diğer bir ifade ile, herhangi bir ülkede görülen din, ulusalcılık ve para sütunlarının çatısını ego ve (çoğu durumlarda) narsizm (=özseverlik) ile popülizm oluşturduğunda, böyle bir yapının içinde ve/veya ülkesinin sınırlarında vahşet, çatışma, dahası savaş durumları pek uzaklarda kalmaz! Bu modelimi daha da derinleştirmemi isteyen birkaç dostum, onu yaşadığımız ülkelere de acaba uygulayabilir miyiz diye sordular. Oralara bu dar çerçevede girmem olanaksız – ancak konuyu biraz daha derinleştirip ardından son günlerde ABD’de göze çarpan çağdaş bir popülizm olgusunu da dile getirmek istiyorum… Bu model için daha çok örnek mi istemiştiniz? İnsanlık tarihine bakıldığında onlarcası, belki yüzlercesi var! Şöyle ki, özellikle çürük din/para sütunlarının o berbat çatıyı taşırken ortaya çıkmış nice dogmatik Ortaçağ ülkesi (Haçlı Seferleri’ni hele bir düşünün!); din/ulusalcılık/para kolonlarının aynı çatı ile yaratmış olduğu Avrupa’daki emperyalist akımlar (sömürgecilik!); ulusalcılık ve para dürtüsünün üzerindeki ego, narsizm (Hitler!) ve/veya popülizm öğeleriyle oluşmuş 20. Yüzyıl faşist iktidarlar – ve nihayet, daha yeni girmiş sayıldığımız 3. Binyıl başlarında sağa-sola baktığımızda gördüğümüz nice diktatörlükler! Sıcak odalarınızda TV haberlerini izledikçe, siz de ürpermiyor musunuz, şu anda Ukrayna halkının çektiklerini öğrenirken? Aynen Hitler ordularının 1941’de 872 gün (!) boyunca kuşattıkları SSCB’nin Leningrad kentinde neden oldukları insanlık dramlarını şu sıralarda ulusalcı/narsist Rus diktatör Putin, eline geçirmek istediği Ukrayna’nın tüm kentlerinde yaşatmıyor mu? Atalarını gerek Napolyon’a gerekse Hitler’e karşı zaferlere ulaştırmış olan “General Kış”ı şimdi acımasızca kullanıyor kendisi, “savaş” tanımının dışına taşan o insanlık suçlarını üstlenirken… Din istismarının arkasına saklanmış olan, keza para için her şeyi yapabilecek İŞİD neferlerinin geçtiğimiz yıllarda ele geçirdikleri Irak ve Suriye topraklarında sürdürdükleri, çağdaş bir insanın aklına gelemeyecek (kafa kesme, köle olarak satma gibi) suçları unutmadınız, umarım… Bunlar da, aynen 2996 masum insanın öldüğü “9/11” New York kıyımında olduğu gibi, insanlık dışı liderlerin sözde karizması ile özendirilmiş caniler tarafından gerçekleştirilmiştir… Yeni Binyıl’ı karşıladığımız bu olayları irdelerken, aklıma geldi – sitemizde okuyabileceğiniz son kitap tanıtım yazımın ( Mürekkebi henüz kurumuş:Bülent Eczacıbaşı’ndan “Aklımızda Bulunsun” (turkisrael.org.il ) bir yerinde, Bülent Eczacıbaşı’dan şu alıntıyı getiriyorum: “Lider, eğer amacı hizmet etmekse, insanları ne istediklerini öğrenmek için değil, neye ihtiyaçları olduğunu anlamak için dinler. (…) İstekleri öğrenmek için dinleyenler, hizmet etmek isteyen liderler değil, popülist liderlerdir.” Öte yandan, Donald Trump’ın antisemit söylemleri ile öne çıkan rap şarkıcısı Kanye West ile Holokost inkârcısı olarak bilinen Yahudi düşmanı sosyal medya yorumcusu ırkçı Nick Fuentes’i geçen hafta Florida’daki evinde yemeğe davet etmiş olması, özellikle ABD basınında yankılarken, şunu göstermiyor mu? ABD’deki ara dönem seçimlerinin ardından iki yıl sonraki başkanlık yarışında yeniden aday olacağını bildiren Trump, bu akşam yemeğinde kendisine yaraşır bir siyasi hamle ile sapkın bir popülizm örneğini verdi: Anladığım kadarıyla, danışmanlarının hesabına göre bu iki medyatik kişinin ABD nüfusundaki sevilgenliği, genellikle Cumhuriyetçi Parti’ye oy veren/verecek ABD’nin Yahudi nüfus oranını kat kat geçiyor – ve dolayısıyla Trump’ın bu gruba daha “yakın” görünmesi gerekmektedir! İşte – buyurun size tarihten/günümüzden bazı iğrenç “model” örnekleri…

  • Bu film uyarlaması başarılı mı sizce?

    Bugünmüş gibi anımsıyorum – henüz 14-15 yaşımdayken annem-babam ile sinemaya gidişlerimden birinde, Erich Maria Remarque’ın aynı isimli romanından (“Zeit zu leben und Zeit zu sterben”) 1958’de Hollywood’da uyarlanmış “Time to Live and Time to Die” filmini izlemeden önce, çok şey borçlu olduğum babam bana EMR’ın “pasifist” bir yazar olduğunu anlatmıştı. O gün ilk kez duyduğum bu tanımın savaş karşıtı veya barış sever anlamına geldiğini, II. Dünya Savaşı’nı konu alan bu filmi izlerken anladım – ve çok daha sonra, bu Alman yazarın Hemingway veya Steinbeck gibi isimlerin yer aldığı “lost generation” akımına neden dahil edildiğini… Gel zaman, git zaman – ondan 60 yıl sonra EMR’ın 1929’da yayımlanan ve milyonlarca baskı yapmış olan “Im Westen nichst Neues” başlıklı (1956’da Burhan Arpad tarafından “Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” adıyla Türkçe’ye kazandırılmış) romanı, iki ABD yapımından sonra şimdi Alman bir ekip tarafınca özgün lisanında filme alındı. Geçen hafta Netflix kanalında izlediğim bu yeni yapım, genç yaştaki Alman lise öğrencilerinin, aşırı ulusalcı öğretmenlerinin telkiniyle katıldıkları I. Dünya Savaşı’nı konu edinirken, gerçekçi çatışma sahneleriyle göz doldursa da, son derece beceriksiz biçimde kotarılmış sonuyla bana kalırsa yine de kötü not alıyor! Filmin yönetmeni Edward Berger, Spielberg’in “Saving Private Ryan” filmindeki görüntülerinden bugüne dek izlemiş olduğum en gerçekçi toplu ve teke tek savaşım kareleriyle, filmin doruk noktalarını oluşturuyor. Gerek askerlerin sığındığı ve oradan ateş ettikleri hendek içinde olsun, gerekse geniş savaş alanında sergilenen acımasız devinimler, özellikle filmin 70. dakikasında başlamak üzere sergilenen kanlı sahneler, izleyicileri derinden etkilemesini bilmiş. Keza, Alman ve Fransız diplomat/subay heyetlerinin cepheye yakın bir tren vagonundaki ateşkes görüşmeleri, tarihi olayları bire bir aksettirirken, daha çok sayıda Alman askerinin ölmemesi uğruna yenilgiyi bir an önce kabullenmek isteyen gerçekçi sosyal demokrat siyasetçi ile cephenin çok gerilerinde yemeğini yerken ve elinde şarap kadehi, savaşın sürmesini yeğleyen generalin ikilemi de başarılı bir şekilde vurgulanmaktadır. Bundan öte, özellikle piyade Paul Bäumer (PB) başrolünü üstlenen Avusturyalı tiyatro oyuncusu Felix Kamerrer’in başını çektiği genç askerlerin oyunculuk başarımları da yadsınamaz… …ancak, sadece EMR tutkunlarının değil, romanların beyaz perdeye doğru dürüst biçimde aktarılmasını arzu eden herkesin bu uyarlamayı eleştirmesini gerektiren birçok sakıncalı yönü var bu filmin! Şöyle ki, - Paul Bäumer’in gönüllü olarak orduya yazılması özgün romanda 1915 yılında gerçekleşirken, filmde nedense “Bahar 1917”ye alınmıştır ki, buna göre savaş deneyimi bir yana, ordu yaşamına bıkkınlığının üç değil, sadece bir yıl içinde oluştuğu dışa vurulmaya çalışılırken, bu karmaşık ruhsal durumu pek inandırıcı olmuyor; - özgün romanın önemli bir bölümünü oluşturan Bäumer’in sekiz günlük izin süresi ile özellikle o hafta içinde yaşadığı yıkıcı yabancılaşma duyguları ise, filmde hiç konu edinmiyor; - filme birtakım tarihi, ancak askerlerin ruhsal durumuyla ilgisi olmayan “yeni” kişiler (örn. Alman siyasetçi M. Erzberger ve Fransız general F. Foch) getirilmiş, onun karşılığında ise romanda yer alan bazı etkileyici özyapılar, olduğu gibi çıkarılmış; - en önemlisi ise, filmin sonu tamamen değiştirilmiş ve –izleyenler anlayacaktır– ateşkesin oluşacağı 11 Kasım 1918 “saat tam 11’i 11 dakika geçe” olarak vurgulanması, kitsch öğelerine varan bir zamanlamayı içeriyor - ve dolayısıyla romanın başlığı olarak vurgulayıcı/belirleyici bir anlam taşıyan o “batı cephesinde yeni bir şey yok” tümcesinin ağırlığı tamamen yitirilmiş oluyor!.. Şurası kesindir ki “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” filminin “yardımına” (!) yetişmiş Rusya/Ukrayna Savaşı, genç askerler ile savaşın vahşeti sorunsallarının altını bir kez daha çizdirmiştir – keza, neredeyse “naklen” izlediğimiz bu savaşta gördüğümüz gibi, yararlanılan tüm elektronik/bilgisayar donanımlı çağdaş vurucu yöntemlere karşın, iki ayaklı piyade’nin önemi gene de yadsınamıyor! Ürkütücü savaş sahnelerini özlemiş olanlar, bu uyarlamayı beğenecektir kuşkusuz – ancak özgün romanı o denli pasifist ve anlamlı kılan, tüm dinlerin “öldürmeyeceksin” emrini “öldürmek için iyi nişan al!” buyruğuna çevrilmesini eleştiren yönünü ıskalamış gibi görünüyor bu film – her ne kadar Yabancı Oscar dalında Almanya’nın adayı olarak seçilmişse de… *****

  • “Çağdaş” Kavimler Göçü…

    Okuldaki tarih dersinde beni en çok etkileyen olayların başında, İlk Çağ’dan Orta Çağ’a geçişi simgeleyen Kavimler Göçü’ydü. Hani, hatırlarsınız -IV. Yüzyılın ortalarında Orta Asya'daki Çin egemenliğinden kurtulmak için Avrasya steplerinden batıya yönelen Hunlar, Karadeniz'in kuzeyinde yaşamakta olan Ön Slavlar ile Doğu Avrupa’da konuşlanmış Germen kabilelerinin yurtlarına girmişler ve aralarında buna fazla dayanamayan Gotlar ile Slavlar, daha batı bölgelere doğru göç etmeye koyulmuşlardı… Romalıların “barbar” olarak adlandırdığı bu kavimler, imparatorluğun düzenli ordularını art arda yenmeye başlayarak kuzey Avrupa’ya (Anglo-Saksonlar), bugünkü Fransa’ya (Franklar), Almanya’ya (Alemanlar), İspanya ve İtalya’ya (Vizigot ve Ostrogotlar), hatta Kuzey Afrika kıyılarına kadar (Vandallar) ulaşıp o bölgelere yerleşmişlerdi. Kavimler Göçü, günümüz Avrupa devletleri temellerinin atıldığı önemli bir olaydır. Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılmasının ardından Batı Roma’nın yıkılması ve “barbar”ların birbirleriyle, ancak aynı şekilde Romalılarla kaynaşması sonucu yeni milletler ortaya çıkacak, etnisiteler de allak-bullak olacaktı... Bundan öte, Germen kavimlerinin Hristiyanlığı kabul etmeleriyle de Orta Çağ Avrupası’nda kilise, papalık ve skolastik düşünce güç kazanmaya başlar. XX. Yüzyılın sonlarıyla XXI. Yüzyılın ilk yirmi yılında Avrupa ve Orta Doğu ülkelerinde görülmüş kimi önemli olayların ardından, işte o “tarihi Kavimler Göçü”nü andıracak devinimler gözlenmeye başlandı: Bu gelişmelerin ilki olan SSCB ve “Doğu Bloku”nun sonlanıp dağılmasıyla, eski “Demirperde” ülkeleri halklarının hatırı sayılı bir bölümü öncelikle Batı Avrupa’ya (dahası, ABD ve hatta Israel’e bile!) yerleşmeye koyulur. Daha sonra, kâh Körfez Savaşı, kâh Suriye İç Savaşı, keza Afganistan’daki rejim değişikliklerinden de tetiklenen ve daha çok Akdeniz ülkeleri üzerinden Avrupa Birliği’ne yönelen ikinci bir göçmen dalgasının oluşması, ekonomik sorunlarla boğuşmakta olan bu yaşlı kıtayı yeniden karıştırmaya başlar… Tüm bu olumsuz gelişmelerin yanı sıra bir üçüncüsü olan, yani geçtiğimiz Şubat ayında Putin’in başlattığı savaş, bir yandan yüzbinlerce Rus erkeğini, salt askere alınmamak için ülkenin dışına yönlendirdi; ayrıca, daha da önemlisi, Avrupa’nın yedinci kalabalık ülkesi olan Ukrayna’dan da batıya doğru, gittikçe artan önemli bir göçü başlattı… ( https://www.sozcu.com.tr/2022/dunya/bm-ukrayna-nufusunun-ucte-biri-ulkeyi-terk-etti-7411175/ ) Tüm bu halk hareketlerinin toplumsal ve ekonomik etkileri küçümsenmeyecek boyuttadır kuşkusuz… İşte bu etkilerin son 20-25 yıl içinde oluşturup gittikçe artan bir hız ile tetiklediği ideolojik ve siyasi akımlar, Avrupa Birliği’nin istikrarını ciddi biçimde sarsmaktadır. Bu bağlamda, a) topluluğun hemen her ülkesinde baş göstermiş olan aşırı ulusalcılık, b) çoğu ülkelerinde açıktan açığa ırkçılığa yol açmış, üstüne üstlük c) son yıllarda/aylarda kimilerinde yapılmış olan milletvekili seçim sonuçlarını da önemli biçimde etkilemiştir. Sağa, dahası aşırı sağa doğru yönelen ilk iki gelişmeden doğmuş olgulara verilebilecek örnekler burada sıralamakla bitmez… Sadece bir tanesine değinecek olursak, İsviçre gibi tarafsız bir ülkeye komşu Almanya ile Fransa’nın sınır köy ve kasabalarından haftanın beş günü sabah girip akşam geri dönen, özellikle beyaz yakalı emekçilerine karşı son bir yıl içerisinde gösterilen olumsuz tepkiler, alışılmadık derecede şaşırtıcıdır! Üçüncü gelişme, yani seçim sandıklarından çıkan sağ partilere olan yönelim de şaşırtıcı olduğu kadar, kaygı vericidir de... Almanya’da aşırı sağcı Alternatif Partinin yükselişinin yanı sıra, tarihinde sosyal demokrasi yatan İsveç’te, keza bunun tersini gördüğümüz, faşizmden nasibini almış olan İtalya’da aşırı sağcı partilerin hükümeti oluşturması, son ayların en büyük düş kırıklığını oluşturmamış mıydı? AB’nin “yaramaz çocukları” Macaristan ve Polonya’nın yanında yer alacağından kaygı duyulan, bu topluluğun kurucu ülkesi İtalya, zaten oldukça kırılgan olan AB’ndeki uyumu daha da bozacağa benzer… Kehanetlere pek inanmamakla beraber, Ortaçağ’da yaşamış olan Michel de Nostredame’ın şu “ozansı” öngörüsünü son zamanlarda sık sık anmaya başladım: “Tuna ve Ren nehirlerinin suyunu içmek için / Büyük Deve gelecek ve bundan pişman olmayacaktır...” Ünlü kâhin Nostradamus’un bu iki mısrasında geçen “Büyük Deve” ile Avrupa kıtasına yayılmış Müslüman göçmenlerini kastettiği söyleyenler ve oradaki kaynakları tüketecekleri hakkında kötümser yorumlarda bulunanlar, acaba gerçekten saçmalıyorlar mı...? *****

  • Bir “Israel” Konseri ve “Tevye’nin Kızı” hakkında…

    Geçtiğimiz hafta içerisinde, Raanana Belediyesi’nin düzenlemiş olduğu ve B’nei B’rith kadınlar grubunun bize topluca bilet sağladığı, Enrico Macias şarkılarına ayrılmış bir konserdeydik… Yazımın amacı, bu konseri sanatsal açıdan eleştirmek değildir. Ama yine de sahnedeki dört müzisyenin çok başarılı bir uyum gösterdiklerini, erkek vokalistin kabul edilebilir bir sese sahip olduğunu, eşinin eğitimli ve çok başarılı soprano sesinin ise, çoğunlukla söylemiş olduğu Macias şarkılarına ne yazık ki hiç uymadığını belirtmek isterim. Benim burada özellikle altını çizeceğim konu, bu etkinliğin –şarkılarının Fransızca olmasına karşın– tam anlamıyla bir “Israel konseri” olmasıydı! Neden mi? – Sahneyi paylaşan Tunus (vokalist Philippe Bismuth), Belarus (vokalist Julia Sokolov), Rus (piyanist Igor Ostrovsky) ve Türk (davullarda Leon Habib) kökenli, diğer ikisinin de isimlerinden anlaşıldığı gibi İsrail doğumlu Aşkenaz (gitarda Oded Melchner ve basta Eran Zilberberg) olduğundan… İşte size, bu güzel ülkeyi simgeleyen mükemmel bir Mizrahi/Sefarad/Aşkenaz (iş)birliği! Latince’de “birlikte” anlamına gelen con- sözcüğünden türetilmiş İtalyanca concertare (“birlikte müzik yapmak”) fiili ile onun isim hali olan concerto, Fransızca ve İngilizce’de concert, Almanca’da Konzert tanımlarının yanı sıra dilimizde de konser denirken, Öz Türkçe’deki dinleti karşılığı ile o güzel anlam kayboluyor, ne yazık ki… Umudumuz, Raanana Müzik ve Sanat Merkezi salonunu doldurmuş olan izleyicilerinin beğendiği bu konser gibi, Israel’in toplumsal birlikteliğinin de kimi bencil, özsever (narsist) ve de tümden “kirli” siyasetçiler aracılığı ile yitirilmemesidir… Arzu edenleriniz, aşağıdaki link’ten Raanana Belediye Başkanı Hayim Broyd’un da katılıdığı konser kapanışını izleyebilir: https://drive.google.com/file/d/1aojAAw4vqSldcgzA_qrn0CRl-7IWYuTG/view?usp=sharing ***** 2015 yılının Mayıs ayında, Washington Üniversitesi Tarih Bölümü’nde doktora çalışmalarında bulunan Sarah Zaides’ten bir email gelir… “Tevye’nin Osmanlı Kızı” çalışma başlıklı tezinde, Çarlık Rusya’sından Amerika veya Kutsal Topraklara İstanbul üzerinden göç ederken, orada kalmayı yeğlemiş ailelerden hareketle, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında Türkiye’deki Aşkenaz ve Sefarad yaşamını irdeliyordu. Sevgili Karen Gerşon’un önerisi ile benimle temas eden Sarah ile buluştuk ve ona elimden geldiğince yardımcı olmaya çalıştım. Değişik kaynak kitaplar önermemin yanı sıra, Rav Mendy Chitrik ve Rıfat Bali ile görüşmesini salık verdim. Bundan öte, sevgili Aylin Yengin’in anneannesi Lea Weinstein ile Vladi/Jaymi Benbanaste dostlarımın anneleri, benim de annemin çocukluk arkadaşı olan Olga “Olichka” Flak ile görüşmesine önayak oldum. Sarah’yı ayrıca değerli dostum Lolita Haleva ile tanıştırdım – o da hemen Şalom Dergi için güzel bir söyleşi hazırladı! Tüm bunlar beni çok mutlu etmişti – çünkü böylece, 1891’de Odessa’dan İstanbul’a gelmiş olan, tam anlamıyla “Tevye’nin dördüncü – altıncı kızı” olabilecek anneannem Belina Goldfeld’i anımsatıyordu bu proje… Şimdi “Tevye’nin burada işi ne?” diyecek olanlara kısa bir açıklama: Ölümünden 50 yıl kadar sonra, ünlü yazar Sholem Aleyhem’in romanından uyarlanmış olan “Damdaki Kemancı”nın başkişisi Sütçü Tevye’nin altı kızı vardı. Bunların ilki, aynı köyden fakir bir terzi ile evlenir; ikincisi sol görüşlü Yahudi bir öğrenci ile devrimcilere katılır; üçüncüsü bir “goy” ile kaçar, diğer üçü ise anne-babalarıyla Amerika’ya göç etmeye çalışırlar… İşte bunların en az birinin İstanbul’da kalmış olduğunu varsayalım – ve böylece sevgili Sarah’nın tez çalışma başlığı gerçeğe uyuyor! Gel zaman, git zaman – bundan bir yıl önce Sarah Zaides’ten yeniden bir email gelir! Tezini vermiş ve aynı üniversitede araştırma görevlisi olmuş. Tevye’s Ottoman Daughter: Ashkenazi and Sephardi Jews at the End of Empire başlıklı tezi, İstanbul’daki Libra Kitap’ta yayımlanacak, benden fotoğraf desteği soruyor ve onu hemen sevgili dostum Alberto Modiano ile tanıştırıyorum… Bundan iki ay kadar önce ABD’den gelen sarı bir zarfın içinden pırıl pırıl bir kitap çıkar. Bu içerik hakkındaki yazımı ise bir sonraki “Kitap Kurdu” köşemize saklıyorum – o zamana dek hag Pesah sameah…

  • Asimptot’a “para” ile ulaşmak…

    Neredeyse bir yüzyıl boyunca süregelen Orta Doğu sorununun çözümü için birkaç yıldır önerilen “iki devlet” olasılığı, özellikle Yair Lapid tarafından BM’de dile getirilmesiyle yeniden manşetlere düştü… Bu bağlamda, Prof. Efraim Inbar’ın 3 Ekim tarihli Jerusalem Post gazetesinde yayımlanan bir yazısı (Understanding Israeli-Palestinian two-state solution delusion - opinion - The Jerusalem Post (jpost.com ), mozotros gibi bazı internet portallarında da halen tartışılmaktadır. Kuşku götürmez ki bu konu, İsrael’deki parlamento seçimleri arifesinde son derece önemli bir yer tutuyor. Lapid tarafından kurulabilecek daha ılımlı bir koalisyonda, en azından Yeş Atid, Merez ve İşçi Partisi’nin sıcak baktığı böylesine bir çözüm, Netanyahu’nun başarıya götürmeye çalıştığı sağcı/dinci blok tarafınca kesinlikle reddediliyor… Bu satırların yazarı, sık sık değişen İsrael iç siyaset dinamiklerini henüz öğrenme evresindeyken, Orta Doğu’da barış konusuna yaklaşabilmek için şu iki saptamayı göz önünde bulundurmayı önerir: Bunların ilki, siyasette bazı gelişmelerin ne yazık ki “asimptotik” birer çehre göstermesidir. Bilindiği gibi matematik terimleriyle sonuşmaz veya asimptot, belirli bir A eğrisinin gittikçe yaklaştığı, ancak sonsuza kadar da olsa, hiç ulaşamadığı/kesişemediği bir B eksenine verilen addır. Bunun en belirli bir örneği, 1950’lerden bu yana süregelmiş çeşitli yaklaşımlara rağmen, Avrupa Birliği ile Türkiye’nin hiçbir zaman birbirlerine “kavuş(a)mamalarıdır”… Bize daha yakın olan bir diğeri ise, en azından 1948’den bugüne dek İsrael ile Filistinlilerin –iç içe olsun veya yan yana– karşılıklı huzur içinde yaşayamamaları olsa gerek... Menteş Azuz dostumuz, “Sorun nerede biliyor musunuz?” sorusuyla başlayan 13 Ekim tarihli bir mozotros post’unda bu çıkmazı çok güzel biçimde dile getirmiştir… İkinci –ve de daha önemli olan– saptama, Sigmund Freud’un “libido kuramı”nı yalanlarcasına, siyaset ortamında salt üç ana etkenin güçlü birer belirleyici olmasıdır. Bunlar milliyetçilik, din ve para’dır. Dinler, ilk çağlardan bugüne dek nice acımasız savaşların yanı sıra, çok sert baskı yönetimlerine neden olmamış mıdır? Ulusalcılığın doğurduğu en son örnek, halen süregelen Rusya/Ukrayna savaşı olsa gerek… Para ise, yani ekonomik egemenlik dürtüsü, değişik çıkarlar uğruna nice insanlık suçlarına yol açmış ve açmaktadır... İşte bu üç etken, devletler arası ilişkiler tahtında birbirlerini destekler ve tetiklerken, hele yetkin siyasetçilerin bir de egolarına alet edildiğinde, “buyurun cenaze namazına”! Pekiyi – bunca kötülüğe neden olmuş bu üç “bela”nın arasında bulunan para öğesinden acaba herhangi bir çeşit “analjezik” veya daha uzun süreli “anestezik” etkiler – dahası, bir “iyileştirici” çözüm beklenilebilir mi?.. İşte burada (aslında pek de taraftarı olmadığım) Donald Trump’ın damadı/danışmanı olan Jared Kushner’in mimarı olduğu, kimilerinin “Yüzyılın Planı” olarak adlandırdığı çözüm önerisini ( https://www.wikiwand.com/en/Trump_peace_plan#/Key_concepts_and_final_status_issues ) bir kez daha gözden geçirmek gerekecek galiba… Bu planın hiç kuşkusuz zayıf noktaları vardır, keza şu anda dizginleri ellerinde tutan gerek Filistin Ulusal Yönetimi gerekse Hamas’ın başında olanlarının kişisel (ego!) çıkarlarıyla hiç uyuşmadığı apaçık ortadadır. Ne var ki, para’ya = sözü edilen “50 milyar USD” çerçevesindeki yatırımlara dayanan, özellikle Filistinli bireylere yönelecek çözüm önerilerinin Yehuda ve Samaria ile Gazze topraklarındaki “sokaktaki adam”lara ayrıntılı biçimde anlatılması kadar etkin bir strateji olamaz! Prof. Inber’in salık verdiği (ve Sn. Albert Sarda’nın yetkin çevirisiyle) uyuşmazlık yönetimi ile zaman kazanma’nın (“conflict management” / “…to buy time…”) yanı sıra, milliyetçilik ve din öğelerini para yoluyla etkisizleştirmek için Filistin kalelerini içeriden fethetmek, başvurulabilecek en yetkin çaredir. Hiç kuşkusuz yoksul kitlelerin de düşlerinde yatan doğal kapitalizm dürtüsünden yararlanarak, yükselen umutları barındıran bütün eğriler, barışı simgeleyen asimptot ekseni ile ancak bu yoldan birleştirilebilir kanısındayım.

  • Bodrum, Balıkçı ve “ihmal…"

    Bundan tam 18 yıl önce, Şalom gazetesindeki “nitelik” köşemdeki bir yazıya şöyle başlamıştım: “Bahar aylarında bir etkinlikte karşılaştığım, cemaatimizin saygııııın bir ha’m’fendisi, Burgazadasında bir-iki saat güneşte oturmam sonucu çabucak kızarmış yüzümü görünce, ‘Ne güzel yanmışsınız – Bodrum’a mı kaçtınız?’ diye sordu. Anlaşılan, bazı çevrelerce sadece Bodrum’a ‘kaçılır’, salt orada yanılırmış... Bu gibi insanlar için o küçük yarımadanın da bir prestij beldesi, bir kült ortamı – veya görmek ve görülmek için akın edilen bir çeşit ‘Olympos’tur, sanki!” Bazı eski dostlarımızı görmek, birinde ise birkaç gün misafir olmak için Eylül ortalarında bu çok yönlü yarımadadaki koyların birinde bir hafta geçirirken, şu güzel deyişi duydum: “İstanbul’un üç yakası var – Avrupa, Asya ve Bodrum…” Gerçekten de öyle – belirli bir çevreden “herkes”, yaz aylarında bir süre oralardadır! “Bodrum olgusu”nun sosyolojik açıdan incelenmiş ve hakkında tezler bile yazılmış olsa gerek… Hiç kuşku götürmez ki, bu yörenin mavi ve yeşiline doyum olmuyor; öte yandan, sevgili bir ağabeyimin dediği gibi, çeşitli koylarındaki “micro climate” de, yaz sıcaklarını hissettirmez – ne var ki, bu yarımadaya akın eden saygııııın olsun, “lumpen” takımından olsun, çoğu halk kesimi için doğa ve iklim sadece bir kulistir, ego ve eros’larını tatmin edebilmek uğruna... Pandemi yazı dahil olmak üzere, iki yıldır uğramadığımız bu koyların yamaçları daha da “beyazlaştı”, ahalisi çoğaldı – ve tabii ki fiyatları da sonsuzluğa doğru “gelişti”. Geceleri iki kişinin 5-6.000 TL’ye ancak doyduğu “in” restoranların kurulduğu sallarda gündüzleri güneşlenen güzel insanlardan yüzen pek kimse olmuyor; arada bir kızgın tenler –“plofff!!!”– suya daldırılıyor, hatunlar daha da string bir bikini çekiyor, eşleri ise cep telefonundan İstanbul’daki iş yerlerine talimat yağdırmayı sürdürüyordu. Akşam olunca, sallar yeniden restoran olana dek çeşitli Anglo-sakson isimli yerlerde “drink”ler alınıyor – ve aynı kısır döngüye devam... 1970 yılında İngilizce “conversation” dersi aldığımız Amerikalı öğretmenimiz, o yılın Bodrum’unu daha önce bulunduğu Hawaii ile kıyaslarken, dünya turizminin gözdesi olan bu takımadaların, Bodrum’un yanında “halt etmiş olduğunu” söylemişti (sahi, “halt” etmenin İngilizcesi neydi?!). Ancak bunu vurgularken, kitle turizminin bu beldeyi keşfedeceği çekincesini de dile getirmişti, adını anımsamadığım, ancak bugün sık sık kulaklarını çınlattığım bu hocamız... Gerçekten de, o dönemin Ege ve Akdeniz kıyı beldelerinde bulunmuş olanlar, Bodrum kasabasında Kale etrafında kümelenmiş yerleşim alanları ile tek-tük pansiyon ve (m)otelleri anımsayacaklardır (nedense, o yıllarda çok daha az kişinin otomobil sahibi olmasına karşın, m(otor)oteller çok daha fazlaydı...). “Bakış ufukları beriledikçe Adalar, sonra kıyıların denizle sarılıp sarmalaşmış kalabalık burunları ve koyları. Bunların ortasında hilal şeklinde iki liman, ortada da kaleyi taşıyan yarımada...” Arkasında “Fiyatı 15 lira” yazan, kitaplığımın bir köşesindeki 1971 Remzi Kitabevi baskılı “Mavi Sürgün” anı kitabında Halikarnas Balıkçısı’nın, Bodrum’u ilk gördüğünde tanımı öyleydi (sf.127). Birkaç sayfa ileride şunları okuyoruz: “Başka bir dünyadayım, apaydın bir dünyada... Pencerelerde saksı saksı, teneke teneke fesleğen, karanfil, şebboy ve başka çiçekler... Açık kapılardan ara sıra avlular görünüyor. Tabandaki geniş kayrak taşlarının aralıkları beyaz badanalı. Deniz rüzgârı serin serin, tuzlu. Beyaz memleket...” (sf.132). 1924 yılında, “kalebent” olarak Bodrum’a sürülen gazeteci Cevar Şakir Kabaağaçlı, “...Büyük İskender’in savaş arabalarından beri tekerler dönmemiş...” yollarından at sırtında indiği bu şirin kıyı kasabasından bugün neler oldu? “Côte d’Azur’ünü de, Cenova ile Dalmaçya kıyılarını da, (...) o anlı şanlı moda plajlarının topunu da Tatar ağası gibi yaya bırakırdı...” diyor Balıkçı, Torba ve diğer çevre koyları hakkında –aynen, “conversation” hocamız gibi!– ve şöyle sürdürüyor gözlemlerini: “Bu cennet gibi kıyılar, amma da ihmal edilmişti böyle!...” (sf.126) Ah Balıkçı, ah – keşke kimseyi uyandırmasaydın da bu “ihmal” halen sürseydi!...

bottom of page