Bodrum, Balıkçı ve “ihmal…"
top of page

Bodrum, Balıkçı ve “ihmal…"



Bundan tam 18 yıl önce, Şalom gazetesindeki “nitelik” köşemdeki bir yazıya şöyle başlamıştım:

“Bahar aylarında bir etkinlikte karşılaştığım, cemaatimizin saygııııın bir ha’m’fendisi, Burgazadasında bir-iki saat güneşte oturmam sonucu çabucak kızarmış yüzümü görünce, ‘Ne güzel yanmışsınız – Bodrum’a mı kaçtınız?’ diye sordu. Anlaşılan, bazı çevrelerce sadece Bodrum’a ‘kaçılır’, salt orada yanılırmış... Bu gibi insanlar için o küçük yarımadanın da bir prestij beldesi, bir kült ortamı – veya görmek ve görülmek için akın edilen bir çeşit ‘Olympos’tur, sanki!”



Bazı eski dostlarımızı görmek, birinde ise birkaç gün misafir olmak için Eylül ortalarında bu çok yönlü yarımadadaki koyların birinde bir hafta geçirirken, şu güzel deyişi duydum: “İstanbul’un üç yakası var – Avrupa, Asya ve Bodrum…” Gerçekten de öyle – belirli bir çevreden “herkes”, yaz aylarında bir süre oralardadır!



“Bodrum olgusu”nun sosyolojik açıdan incelenmiş ve hakkında tezler bile yazılmış olsa gerek… Hiç kuşku götürmez ki, bu yörenin mavi ve yeşiline doyum olmuyor; öte yandan, sevgili bir ağabeyimin dediği gibi, çeşitli koylarındaki “micro climate” de, yaz sıcaklarını hissettirmez – ne var ki, bu yarımadaya akın eden saygııııın olsun, “lumpen” takımından olsun, çoğu halk kesimi için doğa ve iklim sadece bir kulistir, ego ve eros’larını tatmin edebilmek uğruna...



Pandemi yazı dahil olmak üzere, iki yıldır uğramadığımız bu koyların yamaçları daha da “beyazlaştı”, ahalisi çoğaldı – ve tabii ki fiyatları da sonsuzluğa doğru “gelişti”. Geceleri iki kişinin 5-6.000 TL’ye ancak doyduğu “in” restoranların kurulduğu sallarda gündüzleri güneşlenen güzel insanlardan yüzen pek kimse olmuyor; arada bir kızgın tenler –“plofff!!!”– suya daldırılıyor, hatunlar daha da string bir bikini çekiyor, eşleri ise cep telefonundan İstanbul’daki iş yerlerine talimat yağdırmayı sürdürüyordu. Akşam olunca, sallar yeniden restoran olana dek çeşitli Anglo-sakson isimli yerlerde “drink”ler alınıyor – ve aynı kısır döngüye devam...



1970 yılında İngilizce “conversation” dersi aldığımız Amerikalı öğretmenimiz, o yılın Bodrum’unu daha önce bulunduğu Hawaii ile kıyaslarken, dünya turizminin gözdesi olan bu takımadaların, Bodrum’un yanında “halt etmiş olduğunu” söylemişti (sahi, “halt” etmenin İngilizcesi neydi?!). Ancak bunu vurgularken, kitle turizminin bu beldeyi keşfedeceği çekincesini de dile getirmişti, adını anımsamadığım, ancak bugün sık sık kulaklarını çınlattığım bu hocamız... Gerçekten de, o dönemin Ege ve Akdeniz kıyı beldelerinde bulunmuş olanlar, Bodrum kasabasında Kale etrafında kümelenmiş yerleşim alanları ile tek-tük pansiyon ve (m)otelleri anımsayacaklardır (nedense, o yıllarda çok daha az kişinin otomobil sahibi olmasına karşın, m(otor)oteller çok daha fazlaydı...).



“Bakış ufukları beriledikçe Adalar, sonra kıyıların denizle sarılıp sarmalaşmış kalabalık burunları ve koyları. Bunların ortasında hilal şeklinde iki liman, ortada da kaleyi taşıyan yarımada...” Arkasında “Fiyatı 15 lira” yazan, kitaplığımın bir köşesindeki 1971 Remzi Kitabevi baskılı “Mavi Sürgün” anı kitabında Halikarnas Balıkçısı’nın, Bodrum’u ilk gördüğünde tanımı öyleydi (sf.127). Birkaç sayfa ileride şunları okuyoruz: “Başka bir dünyadayım, apaydın bir dünyada... Pencerelerde saksı saksı, teneke teneke fesleğen, karanfil, şebboy ve başka çiçekler... Açık kapılardan ara sıra avlular görünüyor. Tabandaki geniş kayrak taşlarının aralıkları beyaz badanalı. Deniz rüzgârı serin serin, tuzlu. Beyaz memleket...” (sf.132). 1924 yılında, “kalebent” olarak Bodrum’a sürülen gazeteci Cevar Şakir Kabaağaçlı, “...Büyük İskender’in savaş arabalarından beri tekerler dönmemiş...” yollarından at sırtında indiği bu şirin kıyı kasabasından bugün neler oldu? “Côte d’Azur’ünü de, Cenova ile Dalmaçya kıyılarını da, (...) o anlı şanlı moda plajlarının topunu da Tatar ağası gibi yaya bırakırdı...” diyor Balıkçı, Torba ve diğer çevre koyları hakkında –aynen, “conversation” hocamız gibi!– ve şöyle sürdürüyor gözlemlerini: “Bu cennet gibi kıyılar, amma da ihmal edilmişti böyle!...” (sf.126)



Ah Balıkçı, ah – keşke kimseyi uyandırmasaydın da bu “ihmal” halen sürseydi!...




Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page