robert shild - TÜRKİYELİLER BİRLİĞİ
top of page

Search Results

"robert shild" için 309 öge bulundu

  • Avusturya Parlamentosu’nda Yiddiş Şarkılar!..

    Bundan yirmi yıl kadar önce, o zamanın İstanbul Almanya Başkonsolosu Reiner Möckelmann’ın çağrısıyla Ayazpaşa’daki konsolosluk binasında küçük bir konser veren Bora Gürel’in “Di Goyische Kapelye” klezmer topluluğu, orada bulunan seçkin davetliler tarafınca büyük alkış toplamıştı. Beni ve eşimi en çok etkileyen ise, Nazi döneminde cephesinde büyük bir gamalı haç bayrağı dalgalanmış olan bu binanın duvarlarından şimdi Yiddiş ezgilerin yankılanması ve Başkonsolosla birlikte kimilerimizin oradaki hora danslarıydı! Geçtiğimiz Çarşamba akşamı Avusturya Parlamento binasında düzenlenen Simon Wiesenthal Ödül Töreni, bana 2004’deki bu anlamlı geceyi anımsattı. Nedeni ise, Parlamento Başkanı Wolfgang Sobotka’nın ev sahipliğinde yer alan etkinliğin başında, ortasında ve sonunda genç Avusturyalı vokalist Ethel Merhaut‘un Yiddiş halk şarkılarını seslendirmesiydi… Parlamento’nun sponsorluğu ile bu yıl ilk kez izlediğimiz bu yarışmanın seçici kurulunu akademisyenler, Avrupa Birliği ve Viyana Yahudi Cemaati’nin yöneticileri oluşturuyordu. Verilen ödüller, üç daldaydı: “Şoa Hakkında Bilgilendirme”; “Antisemitizme Karşı Mücadele” ve “Şoa Yıllarını Gençlere Aktarma”. İlk ikisini, kâr amacı gütmeyen kuruluşlar aldı, “ana ödülü” ise Avusturyalı gazeteci Karl Pfeifer ile İsrail, İngiltere ve İtalya’dan gelen birer Şoa kurtulanı paylaştı. Parlamento Başkanı W.SobotkaJ K.Pfeifer ve Jüri Başkanı AT Koordinatörü K.v.Schnurbein Karl Pfeifer‘den bu köşemizde daha önce de söz etmiştik. 21 Ağustos 2018’de yayımlanan bir yazımda (https://www.turkisrael.org.il/single-post/2018/08/21/happy-birthday-karl-pfeifer-1 ), doksanıncı yaş gününü kutlamış ve onu İstanbul’da iki kez konuk edebildiğimizi yazmıştım. Bunların ilki, 1999 veya 2000 yılında bir derneğimizde vermiş olduğu “Avrupa Antisemitizmi” konulu konferans; ikincisi ise 2015 yılında Aşkenaz Sinagogu’nda yapılan Yom haShoah anma toplantısındaki konuşmasıydı. Bu töreni İstanbul Avusturya Kültür Ofisi ile birlikte gerçekleştirmiş, Viyana Büyük Sinagogu Başhazanı Shlomo Barzilai’yı da aynı akşam için davet et(tir)miştik. Karl Pfeifer’in “Holocaust Survivor” kimliği ile Avrupa’nın o hüzünlü yıllarında geçen çocukluğuna da değinen sarsıcı konuşması, (meraklıları için) Şalom Gazetesi’ndeki şu haber metninde de yer alıyor: http://salom.com.tr/haber-94832-holokostu_anarken_yahudilik_gururumuzu_hatirladik.html Bu yazıyı kaleme almamın ana amacı ise Karl Pfeifer değil aslında – onu daha önce iki önemli ödüle layık gören çağdaş Avusturya Devleti (Haziran 2018: “Ülkeye Yapılmış Hizmetler İçin Altın Şeref Ödülü”) ile Viyana Belediyesini (Mart 2022: “Viyana Kenti Altın Şeref Madalyası”) öne çıkarmaktır… 1943 yılının karanlık Avrupa’sından elli çocuğun oluşturduğu bir kafile ile (tren yoluyla İstanbul üzerinden!) o zamanın Filistin İngiliz Mandasına göç etmiş olan Pfeifer, kibutz yaşamının ardından, önce Palmah kuvvetlerine ve daha sonra IDF askeri olarak 1948 savaşına katıldı. İşsizlik ve ekonomik nedenlerle 1951’de Avusturya’ya döndüğünde, “Gerçek ‘yurda’ dönenler, ordu veya SS mensuplarıdır. Siz sadece ‘geri’ dönenlerdensiniz...” yorumuyla karşılanmıştı! Ne var ki, yılmayan genç önce turizm sektöründe çalıştı ve ardından gazeteci olarak ülkesindeki antisemitizme karşı kalemiyle savaşmaya koyuldu. 1979’da başlamak üzere Avusturya’nın yanı sıra Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde bu konuda ateşli makaleler yazdı, ülkesinin üçüncü büyük partisi, sağ eğilimli FPÖ’nün genç başkanı Jörg Haider ile 1993’te büyük yankılar uyandıran kışkırtıcı/tartışmalı bir söyleşi yayımladı – dahası, Yahudi karşıtlığı ile ilgili başka bir konuda Avusturya devletine bile Yargıtayda dava açtı, ardından ise yıllardır ülkenin tüm okullarını dolaşarak öğrencileri Şoa hakkında bilgilendirmeyi sürdürüyor. ...ve önünde sonunda başarılı oldu: Onun gibi inanmış ve korkusuz birkaç aydın ile birlikte, kendini “Biz de Nazi Almanya’sı yayılmacılığının bir kurbanıydık!” gibi asılsız gerekçelerle temize çıkarmaya çalışan Avusturya hükümetlerinin bileğini bükmeye başlayarak, 1991 yılında parlamentoyu Yahudi soykırımındaki sorumluluğunu kabul ettirmeyi başardı! İşte bu dönemlerde Avusturya’nın gizli veya yarı gizli antisemit tutumu 180 derecelik bir dönüşe geçmiş, İsrail ile de ilişkiler düzelmeye başlamıştı… Bugün, örneğin Viyana Büyükşehir Belediyesi’nin sponsorluğunda İbranice dersler veya klezmer müziği workshop’ları düzenleniyor – ve işte, tanık olduğumuz gibi, Avusturya Parlamentosu antisemitizme karşı bayrak açan kuruluş ve kişilere ödüller veriyor, binasında da Yahudi sanatçıların, atalarının müziğini seslendirmesini özendiriyor!..

  • Beethoven ve Müfekkire Hanım ile ilginç bir anı…

    Bu köşedeki son yazım ( https://www.turkisrael.org.il/single-post/%C3%A7ifte-k%C3%B6rl%C3%BCk-ne-zamana-kadar ) biraz “moral bozucu” olduğundan, bu kez daha “sevimli” bir konudan söz edeyim dedim… Geçen hafta Tel Aviv Sanat Müzesi Recanati Salonu’nda İsrael Oda Orkestrası’nın olağan konserindeydik. Programdaki ana yapıt, konuk Alman Şef C.Poppen’in yönetimindeki orkestra ile piyanoda Alon Goldstein, kemanda Elina Gurewitz ve viyolonselde Adi Tal’ın başarıyla seslendirdikleri Beethoven’in “Triple Concerto”suydu, aynı bestecinin “Corolianus” Uvertürü ve Mozart’ın 34. Senfonisi’nın yanı sıra… Beethoven’in en çok beğendiğim eserlerinin başında gelen bu Üçlü Konçerto’yu her dinlediğimde, aklıma şu sıra dışı anım gelir: Bundan uzun yıllar önce, Beyoğlu’nun büyük bir kitapevi ve müzik marketinin klasikler bölümünde yeni gelmiş CD’leri incelerken, 75-80 yaşlarında bir hanımın oradaki satış elemanlarının birine güzel/temiz İstanbul Türkçesiyle şu soruyu yönelttiğine tanık oldum: “Oğlum, ben Beethoven’in Üçlü Konçerto’sunu arıyorum ama Richter, Oistrach ve Rostropovitch ile Karajan’ınkini!” Genç adamın, sanırım vakit kazanmak için yönelttiği “Bir daha söyler misiniz?” sorusunun üzerine hanımefendi, coşkuyla sorusunu yineledi, bu kez sıralamış olduğu solistlerin çaldığı aletlerin sırasıyla piyano, keman ve viyolonsel, Karajan’ın da Berlin Filarmoni Orkestrası’nın şefi olduğunu de belirterek… Aldığı yanıt ise bu kez iki soru ile sıradan bir öneri şeklindeydi: “Üçlü konser mi dediniz? Yani üç disk birlikte mi? Bizde belki ayrı ayrı olarak vardır, şuradaki Betoffen bölümüne bir bakın, isterseniz…” Klasik müzik bölümünde görevli (?!) olan genç adamın bu söylediklerini duyduktan sonra, sohbete katılmadan edemedim… Satıcıya “Üzgünüm ama, ha’m’fendinin istediklerini anlamakta zorluk çekiyorsunuz galiba…” diyerek, yaşlı bayana yöneldim: “Lafa karışmamı bağışlayın lütfen. Konçertonun oldukça eski olan bu yorumunu Türkiye’deki mağazalarda bulmanız pek kolay olmasa gerek ama, güzel bir rastlantı – sözünü ettiğiniz bu disk bende var…” Bunları söyler söylemez pişman oldum; bu yaşlı kadın benden kuşkulanıp, belki de bir dolandırıcı sanabilirdi – ve gerçekten bunun üzerine hemen “Siz kimsiniz ki?” sorusu geldi! “Sormakta haklısınız, hanımefendi…” dedim. “Biraz düşüncesizce söze karıştım ama, emin olun aklımda kötü bir şey yok – bu saçma-sapan cevapları duyunca, aklıma geldi: Eğer arzu ederseniz, bu konçertoyu bir kasete kaydedip size ulaştırabilirim.” Bunun ardından kendimi tanıttım ve belki onun kadar olmasa, benim de bir klasik müzik düşkünü, plak ve CD koleksiyoncusu olduğumu belirttim… Kadın biraz daha sıcak bir yaklaşımla, “Bu kaydı geçenlerde radyoda dinleyip çok beğenmiştim; aklıma takıldı. Ancak burası da onu soruşturduğum üçüncü dükkân ama, nafile galiba…” dedi. “Her halde haklısınız,” diye yanıt verdim; “Ben de bu kaydı çok severim, eski bir Nazi yandaşı olarak bilinen Karajan’a karşı pek sempati beslemesem de… Oldukça eski bir kayıt, EMI şirketinden yayımlanmış ve solistleri mükemmel – her biri birer dünya sanatçısıdır…” Bu söylediklerim kadının bana karşı olan kuşkusunu biraz azaltmış gibiydi – ve onun üzerine, “Peki, bana bu kaseti nasıl ulaştırabilirsiniz ki?” sorusunu yöneltti… “Size adresimi mi vermem gerekecek?” “Hayır, şart değil,” dedim. “Ulaştırabileceğim bir yakınınız vardır belki…” Bunu da şöyle yanıtladı: “Bana telefon numaranızı lütfederseniz, kızım sizi arayabilir ve onunla ulaştırma konusunda anlaşabilirsiniz…” Bunun üzerine, “O halde sizinle de anlaştık!” diye gülümseyip, ona iş adresimle telefon numaralarımın olduğu kartımı verdim. “Çok memnun oldum,” ve “Adım Müfekkire,” dedi kendisi. “Kızım sizinle temas edecek. Şimdi ise müsaadenizi rica ediyorum…” Öykünün gerçek yanı bu kadar mı? – Değil tabii, çünkü kızı Selma beni iki gün sonra aradı, ilgime çok teşekkür etti ve iş adresini verdi; ben de ardından kaseti oraya gönderdim. Gene iki gün geçtikten sonra Müfekkire Hanım bizzat aradı, konçertoyu ne kadar büyük keyif alarak dinlediğini, dinlemeyi sürdüreceğini uzun cümlelerle aktardı; memnuniyetini ve “şükranlarını” iletti. Bu da son görüşmemiz oldu – ve eğer yüz yaşına ulaşmamışsa, mekânı cennet olmuştur, umarım! Evet, değerli dostlar – Recanati Salonu’nda o olağanüstü güzel konçertoyu bir kez daha dinlerken aklıma gelen 20-25 yıl önceki bu anıdan, belki ilginç bir yarı gerçek / yarı düşsel öykü çıkabilir günün birinde – ve öyle olacaksa, onu bu köşeden size iletmeye söz veriyorum! Şimdilik ise, Müfekkire Hanımın o çok beğendiği 1969 kayıtlı konçerto kaydına eğer ilgi duyarsanız, onu şu linkten dinleyebilirsiniz:

  • Viyana’dan Yahudi izlenimleri…

    Geçen hafta Viyana’daydık – malûm, Purim öncesi torunlar!.. Biraz da hava/ortam değişikliğine ihtiyacımız vardı, açıkçası… Sabah saat 05:30 El Al uçuşu, son koltuğuna kadar doluydu – neredeyse hep genç çiftler; bazıları belki de Gazze’den dönmüş olan miluyimlerdi ki, onların bizden fazla ortam değişikliğine ihtiyaçları olsa gerek! Oğlum ve ailesi, Viyana’nın yüz yıllık binalarından birinde oturur – o kadar ki, tesadüfen tanıştığımız yetmişli yaşlarda bir kadın, bizimkilerin dairesinden ilk okula gittiğini anımsadı, dahası onun annesi de aynı daireye gelin gelmiş! Apartmanın giriş bölümündeki yer karoları, odaların büyüklüğü ve yüksek tavanları, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun son yıllarını bile görmüş gibi… Ve de tabii ki ülkenin 1938 sonraki Nazi dönemini! Daireleri tüm çağdaş alt yapı donanımlarını içeren bu eski binalara girerken, aklımdan hep aynı karabasan günleri geçiyor: Muhtemelen oradan, belki torunlarımın her gün yuvaya/okula gittikleri dairelerinin kapılarından, yaşıtları olan çocuklardan yaşlı büyüklerine kadar nice Yahudi aile fertleri kamyonlara bindirilip, Auschwitz, Dachau veya Mauthausen gibi ölüm kamplarına yük vagonlarıyla gönderilmek üzere sürüklenmişlerdi… Her Viyana ziyaretimde Jüdisches Museum’a uğrarım. Bu kez, orada iki sergi izledim. İlkinde, 1920’lerde ABD’nde tıp okumuş kimi seçkin öğrencilerin, Viyana Üniversitesi’nde ün salmış çok sayıdaki Yahudi profesörlerin birinin yanında ihtisas yapmak üzere bu kente geldikleri, resim ve belgelerle gözler önüne seriliyordu. Diğerinde ise, 1881 doğumlu Emil Singer’in pek sevilen Viyana gravürleri sergileniyordu – o Emil Singer ki, orada sürekli müşterileri olmuş bazı sanatsever Amerikalı uzman hekimlerin, vatanlarına döndükten sonra göstermiş oldukları tüm çabalara rağmen, kendisiyle eşine birer ABD vizesi sağlayamadıkları için, ailecek 1942 yılında Belzec kampında katledilecekti… Avusturya Parlamentosu’nun restore edilmiş binasındaki kütüphane, yeniden açıldığından beri "Tacheles reden (Yiddiş dilinde “Gerçekleri Konuşmak”); Anti-Semitizm: Demokrasi için bir Tehdit" sergisine ev sahipliği yapmaktadır. Bu serginin amacı, Avusturya'daki Yahudi nefretinin tarihini aydınlatmak, ziyaretçilerine antisemitizmin kökenleri, tarihçesi ve günümüzdeki belirtileri hakkında daha fazla bilgi sağlamaktır – zira Şoa ve Yahudi düşmanlığı ile başa çıkmak için, onu hatırlamanın gerekliliğine Avusturya’da özel bir önem veriliyor… 19 Mart akşamı, Parlamento Başkanı Wolfgang Sobotka serginin bir uzantısının açılışını yaptı. Sobotka, "Bugün aynı anda hem mutlu hem de hüzünlü bir gündür," diye vurguladı. "Sevinçli, çünkü bu sergimize yeni bir bölüm katabiliyoruz – ancak aynı zamanda üzücü, çünkü antisemitizm gibi bir olguyla mücadele edilebilmesi için bu sergi hala gerekli görünüyor." Serginin bu bölümünde, Viyana Yahudi Cemaati ve Yad Vashem ile girişilen ortak çalışmalar neticesinde, Avusturya’daki Yahudi gençlerin, dinlerine ait nesneler ve ritüeller hakkında geniş topluma sürekli olarak nasıl bilgi verdikleri gösteriliyor… Yanlarında bir Ester parşömeni, bir mezuza veya bir Seder tabağı getiriyorlar ve bu nesnelerin Yahudi yaşamı için önemi hakkında konuşuyorlar. Bu amaçla kurulmuş LIKRAT Grubu, Yahudi yaşamını okullara taşımayı kendine görev edinmiş… Ailelerinden gelen bilgilerle donatılmış ve zor durumlarla başa çıkmak için profesyonelce eğitilmiş olan bu grup, okullarında yöneldikleri diğer öğrencilerin Yahudilikle ilgili sorularını yanıtlıyor. Ne var ki bu tür etkinlikler, ülkenin tüm dersliklerinde olumlu tepkilere yol açmıyor. Bu bağlamda LIKAT Grubu’nun iki üyesi bir meslek okulunda sınıftan çıkarken, bir genç arkalarından sağ kolunu kaldırarak malûm selamı verdi! Oradaki diğer öğrenciler ise bu harekete sadece güldü ve hiçbiri itiraz etmedi. Bunun gibi olaylar, Parlamento'daki sergide yer alan videolarla çarpıcı biçimde dışa vuruluyor… Serginin bu yeni bölümleri aynı zamanda antisemitizmle mücadelede Avusturya devletinin girişimlerini ve geniş toplumun katılımını da ortaya koyuyor. Yahudi düşmanlığının günümüzde halen nasıl ortaya çıktığını, nasıl işlediğini, antisemit olaylar karşısında her bir bireyin neler yapabileceğini ve yapması gerektiğini gösteriyor. Açılış töreninin diğer konuk konuşmacıları arasında bulunan Yad Vashem Yurtdışı Eğitim ve Öğretim Bölümü Başkanı Dr. Noa Mkayton, antisemitizmin "toplum üzerinde yıkıcı bir etkisi" olduğuna işaret etti. Viyana Yahudi Cemaati Kültür Müsteşarı ve LIKRAT Avusturya Program Yöneticisi Beatrice Kricheli, “artık sesimizi yükseltmenin zamanının geldiğini” belirtti. "Şu anda net sözler söylememiz ve eylemlerin konuşmasına izin vermemiz gerekiyor…" derken, bu ortak serginin, antisemitizmin nasıl ortaya çıktığını, bununla ne türde mücadele edilebileceğini, "yani en doğru yolun, gerçek ve çok yönlü Yahudi yaşamını sergilemek olduğunu" dile getirdi: “Antisemitizme verilecek en iyi yanıt budur!” Benzer girişimlerin diğer bazı ülkelerde, TMT aracılığı ile Türkiye’de bile yapıldığını görmek sevindiricidir elbet – ancak bunların, yerel parlamento yönetiminin şemsiyesi altında yapılması, özellikle kıvanç verici olsa gerek... Viyana Yahudi Cemaati Başkanı O. Deutsch ve Parlamento Başkanı W.Sobotka ©Parlamentsdirektion/Johannes Zinner

  • Doğrusu – yazmak istemiyorum…

    Ortadoğu sorununun yeni bir “miladı” olan 7 Ekim’den bu yana beş kanlı ay geçti – ve savaşan her iki tarafında toplam ölü sayısının otuz bini aştığı söyleniyor… Hal böyle iken, sitemizdeki kalem-daş’larımdan bazılarının, yazmayı sürdürecek keyifleri kalmadığını öğrendim. Aslında haksız değiller – yazmaya devam eden bizlerin de konuları, daha çok üç ayrı cephede süren savaşa odaklanmış gibi görünüyor. Açık konuşmak gerekirse, ben de şu sıralarda bir çeşit “konu bunalımı” yaşıyorum! Gönül isterdi ki sizlere son iki taziyet yazımın yanında Yahudi dünyasındaki “güzel” gelişmelerden, keza yakın çevremizde tanık olduğumuz (ve her şeye rağmen, severek de katıldığımız) konser, tiyatro, sergi gibi bazı sanat olaylarından uzun uzun söz edebileyim ama, bunlara da kalemim varmıyor… Öte yandan, sadece birkaç başlık ile aşağıda özetlediğim şu gelişmeleri irdelemek ve/veya onlar hakkında yazılar okumak, kimin hoşuna gider ki? - ABD seçimleri arifesinde Joe Biden’in tek yanlı görüşlerine gittikçe ağırlık kazandırarak, Netanyahu'nun Gazze'deki kayıpları önlememekle “İsrail'e yardım etmekten çok, zarar verdiğini” söylemesi gibi... - Rehinelerin listesini vermek istemeyen Sinwar ve bunu takas görüşmelerini durdurmak için vesile sayan Netanyahu’nun inatlaşmaları gibi… - Savaş Kabinesi üyesi Ganz’ın ABD’ye gidişine Netanyahu’nun salt “ego” nedenleriyle karşı çıkmış olması gibi… - İnsani yardımlardaki aksamalar sonucu, Gazze’de baş göstereceği beklenen kitlesel açlık çekincesi gibi… - Hamas’ın Tsahal’ı askerî açıdan yenemeyeceğini bilerek, İsrail'i siyasi olarak yenilgiye uğratmak üzere daha çok sivili öldürmeye kışkırtması gibi… - Yehuda ve Şomron’da yılmayan ve Ramazan ayında zirve yapması beklenen şiddet olayları gibi… - Bunun gibi, kuzey sınırlarından gelen saldırılarla büyük kentleri vurabilecek uzun menzilli roketler olasılığı gibi… - Kimi haredilerin orduya katılmaya direnç gösterdikleri gibi… - Özetle, İsrael’in şu anda içinde bulunduğu iki ayrı açmaz, yani 1) tüm batılı müttefiklerinin karşı çıkmasına rağmen, Rafiah’a girip Hamas’ı tamamen yok etmek veya ateşkese yanaşmak ile 2) Gazze’nin geleceği için, tüm tarafların yanaşabileceği bir çözüm üretmek gibi… - Özellikle ABD’nin, ancak son zamanlarda Avrupa’nın da bazı üniversitelerinde yayılan, Nazi dönemini aratmamaya başlayan antisemit yönlü eylemler gibi… - Geçtiğimiz günlerde Müslüman bireyler tarafından San Diego’da genç Yahudi bir dişçinin öldürülmesi veya Zürich’te 50 yaşındaki haredinin bıçaklanması gibi… - Birçok ülkelerde görülen tek taraflı basın haberleriyle, gerçekleri hiçe sayan yanlı hükümet açıklamaları gibi… New York Times, Frankfurter Allgemeine, Jerusalem Post gibi olduğunca tarafsız yayın organlarından izlediğim haberler ve analizlere dayanan bu 12 örnek daha da çoğaltılabilir elbet – ve üstüne üstlük, Türkiye’de vitrinlere oynamak üzere Netanyahu aleyhine klavye oynatan sözüm ona “Don Kişot” ile masa başından büyük İsrael dostu geçinen Diaspora kalemşörleri de bardağı taşıran son tatsız damlalar oldu! Yaşlıların dediği gibi, hasılıkelam: çevredeki “güzel” olayları yazmaya keyif kalmadı; günlük “makro” olayları yorumlamak ise de hiç keyif vermiyor…

  • 2500 YILLIK BİR GELENEĞİN SONU

    Robert Schild Değerli okurlar, geçtiğimiz Cumartesi sabahı ani bir kararla Antakya Yahudi Toplumu’nun

  • Usta lutiye Amnon Weinstein’ın ardından…

    Geçen ay yitirdiğimiz sevgili Mario Levi’den sonra bir taziyet yazısı daha yazmak, ne kadar acı… Filmi 23-24 yıl geriye sarıyoruz… Eylül 2000’de Şalom Gazetesi için bir söyleşi yaptığım değerli keman virtüözü Cihat Aşkın, birden sözümü kesip, İsrail Keshet Elion Mastercourse’larında iki yıldır birlikte çalıştığı, dünya çapında ünlü keman yapımcısı ve restoratörü (lutiye) Amnon Weinstein’ı, “Holokost’tan Kurtulan Kemanlar” konulu bir konferans için “...İstanbul’a çağıralım – ben de, beraberinde getireceği tarihi kemanlarda bir resital vereyim!” demez mi..!  Aşkın’ın hiçbir maddi karşılık gözetmeksizin sunduğu bu güzel öneriyi, çok geçmeden 2001 yılı “Yom haShoah Haftası” çerçevesinde, Amnon ile sevgili eşi Assi’yi İstanbul’da konuk ederek, müzikli etkinlikler hazırladığımız Neve Şalom Kültür Merkezi’nde gerçekleştirdik. Amnon, koleksiyonundaki 3-4 kemanın acı öykülerini anlatıyor, Aşkın ise onların üzerinde Ernest Bloch ve Joseph Achron’un Yahudi makamlarındaki yapıtlarına yaşam veriyordu. İzleyiciler büyülenmişti – ve çok geçmeden bu etkinlik, bu kez İstanbul’un daha büyük bir salonunda yinelendi! Amnon Weinstein, ikinci kuşaktan keman yapımcısıdır. Babası Moshe, doğduğu Brest-Litovsk kentinde küçük yaştan beri keman çalmakla birlikte, annesinin lahana turşusu kurmak için kullandığı bir fıçıdan ilk kemanını yapmış, bu tutkusunu daha sonra, 1939 yılında ailece göç ettikleri Tel-Aviv’de meslek edinmişti. O yıllarda ve İsrail’in kuruluşunun ilk dönemlerinde, erkek çocuklarının büyük bir kısmı keman dersi almaktaydı ve bu bağlamda Moshe’nin atölyesi, her gün keman tutkunu çocuklarla doluyordu. Birçoğundan para dahi almazdı, ancak –en önemlisi– parlak gelecekleri olduğunu kestirdiği bazılarını özel olarak desteklerdi. Bu çocuklardan biri, günümüzün dünya çapındaki keman yıldızlarından Shlomo Mintz’di. 1939 Tel Aviv doğumlu küçük Amnon da babası gibi genç yaşta keman öğrenmişti, ancak asıl eğitimi tahta oymacılık ve heykeltraşlık üzerineydi. Öte yandan bu konudaki el becerisi ile, askerde çaldığı bandonun tüm müzik aletlerinin bakım ve onarımını da üstlenecekti. Ardından, babasının desteği ile İtalya ve Fransa’da keman yapımcılığı eğitimi görüp İsrail’e döndüğünde aile atölyesinde çalışmaya başlayacak ve babasının ölümünden sonra işi devralacaktı... Nazi karabasanından kaçabilmiş Moshe ile Amnon, soykırım günlerini bizzat yaşamadılar – ancak gerek aileleri gerekse dost ve yakınlarından, ayrıca zaman içinde tanıştıkları birçok kimseden bu kıyım günlerinin “dolaylı” tanıkları oldular. Özellikle bazı eski kemanların onarımı için atölyelerine gelen orta ve doğu Avrupalı müzisyen ve sanatçılar, onlara yanlarından ayırmadıkları kemanlarla ilgili nice ilginç ve hüzün dolu öyküler anlattı. İşte, Amnon Weinstein bize NŞKM’nde bu tür öykülerden bir demet sundu – örneğin, Nazi subaylarının birahanesine her gece keman çalmak için getirilen küçük Motale’nin, aletiyle içeriye soktuğu patlayıcılar ile bu yeri sonunda havaya uçurması gibi... Ayrıca, ellerinin altından geçen birtakım paha biçilmez, ünlü yapımcıların tarihi kemanlar hakkında da söz etti – veya, içinde bir Magen David amblemi bulunan “Zimmermann’ın Kemanı”ndan… A.Weinstein atölyesinde (© Miki Koren) Gel zaman, git zaman – İstanbul’daki bu etkinliklerin gördüğü büyük beğeniden cesaret alan Amnon, oğlu Avshi’nin yardımı ve Shlomo Mintz ile Cihat Aşkın gibi virtüözlerin desteği ile Yeruşalayim, Paris, Londra, Sion (İsviçre) ve Cleveland ile Charlotte (ABD), ardından da Monte Carlo, Roma ve Berlin gibi kentlerin dev konser salonlarında, değişik sanatçılarla ancak hep aynı konsept ile “Violins of Hope” adı altında onlarca konser düzenledi… Bu isim, adeta bir marka oldu, filmlere, kitaplara girdi… İstanbul’daki ilk konserden önce gene Şalom’da yayımlanan bir yazımda, “Bugüne dek hazırladığı, büyük ilgi gören başarılı çalışmaları çerçevesinde, Neve Şalom Kültür Merkezi’nin sunacağı bu etkinlik de kültür dağarcığımıza bir yenilik getireceğe benzer...” sözlerini kullanırken, sevgili Cihat kardeşimin önerisinden doğmuş olan bu konserin dünya çapındaki bir “ilk” sayılacağını hiç düşünememiştim! Ne var ki, bir yandan Amnon Tel Aviv, diğer yandan aynı mesleği sürdüren oğlu Avshi İstanbul’daki mütevazi atölyelerinde halen çalışmakta, dünya çapındaki sanatçılardan tutun, genç öğrencilere kadar tüm keman tutkunlarının aletlerinin bakımını üstleniyor, yeni kemanlar üretiyordu – ta ki sevgili Amnon, geçtiğimiz Pazartesi günü keman çalan meleklere kavuştu… Kendisini bugün (6 Mart öğle saatlerinde) Sha’ar haChesed Yarkon mezarlığında ebediyete uğurlayacağız. Baruh dayan haemet.  Güzel tınılar içinde uyusun…

  • “Yin ve Yang”dan Ortadoğu’ya…

    Bilindiği gibi, Yin ve Yang Kuramı olarak da bilinen Antik Çin felsefesindeki Düalizm (“İkicilik”) görüşü, evrenin işleyişini, dahası tüm hareketlerimizi açıklamaya yöneliktir… Bu bağlamda konu edilen “ikilemler” için aydınlık/karanlık, sıcak/soğuk, ateş/su, iç/dış gibi doğal (geniş anlamda ontolojik = varlıkbilimsel) sıfatlardan tutun, bilgi işlem ortamını yaratmış “bineer” yönteminin temeli olan artı/eksi’ye kadar sayısız örnek sıralayabiliriz. Tarih boyunca, başta tıp olmak üzere tüm pozitif bilimlerden felsefeye kadar bu İkicilik yaklaşımı, birçok alanda kullanılan temel ilke, ortaya çıkmış tüm bilgi ve inanç kaynaklarında etkili olmuştur. Antik Çin felsefesine göre Yin ve yang kutupları birbirlerini tamamlar ve dünyadaki dengeyi korur. MÖ 6. Yüzyılda yaşamış olan Çin düşünürü Laotse, kaleme aldığı Tao Te Ching yazıtlarında dile getirdiği Taoizm’de de yin ve yang'ın uyumunun altını çizerek, onu iki balık öğesinin bileşimiyle oluşan ve günümüzde de çok bilinen siyah-beyaz bir daire ile simgeler. Bu balıkların göz renkleri de kendi rengine göre zıttır – siyah balıkta beyaz göz, beyaz balıkta siyah göz bulunur! Buna göre aslında her şeyin özü ve çekirdeği de kendi zıddından oluşmaktadır. Düalist Kozmoloji’ye gelince, bu bilim de genellikle birbirine karşı çıkan iki temel kavramın var olduğuna dair inancı irdeler… Doğadaki ikilemleri inceleyen “Ontolojik Düalizm”e karşın, “Ahlaki Düalizm” de iyiliksever ve kötü niyetli olanların arasındaki çatışma ve uyumun tanımlayıcısıdır. Tüm bunlardan hareketle, şimdi de Ahlaki Düalizm üzerinden dünyadaki iyilik ve kötülüğe gelelim… Yukarıda sıraladığım ikilem örneklerinin arasında, iyi/kötü sıfatlarına bilinçli olarak yer vermediğimi belirtmek istiyorum… Bunun nedeni de, bu iki sıfatın görecelik açısından çok muğlak boyutlarda olmasıdır. Bir kişinin, dahası bir ulusun “ne kadar iyi / ne kadar kötü?” olduğunu ölçebilir miyiz ki?! Örneğin aydınlığın veya sıcaklığın oranını belirleyecek sayısal birimlerle boyutlar varken, iyiliğin veya kötülüğün derecesini nasıl belirleyebiliriz? Bu soruya yanıtım, bir sav ( = iddia) şeklinde olacaktır! Şöyle ki, iyiliğin “büyüklüğünü” ölçmek ne kadar zor ise, kötülüğün derecesini o kadar kolay ve açık biçimde saptayabiliriz… Buradan, Türkiye Diyanet Vakfı İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ’nin tanımıyla “Allah’ın emri ve insanın selim fıtratıyla bağdaşmayan kötü ve zararlı şey anlamında bir kelâm terimi” olan “şer”e geliyoruz! Gene aynı kaynağa göre, “hayrın karşıtı olan” ve “kimsenin hoşlanmayıp yüz çevirdiği zararlı ve kötü şey; zararlı şeylerin yayılması; bir şeyin kendi tabiatıyla örtüşmemesi” olarak belirlenen şer için “Dinî literatürde Allah tarafından yasaklanıp karşılığında ceza tertip edilen inanç ve davranışlar, günahlar” tanımlaması getiriliyor… Keza, aynı kaynakta şu açıklamalar da yer almaktadır: “Allah neyin hayır, neyin şer olduğunu gönderdiği vahiylerle insanlara bildirip onlara hayır yapmalarını emretmiş, kötü fiilleri yasaklamıştır (el-Bakara 2/168-169; Âl-i İmrân 3/114-115; el-Hac 22/77). Kur’an’da, şer olan fiillerin insana düşmanlık besleyen şeytan tarafından daima güzel gösterildiğine dikkat çekilerek bu konuda uyarılarda bulunulmuş (el-Bakara 2/208, 268; Yâsîn 36/60) ve zerre kadar hayır işleyen kimsenin mükâfatını, zerre kadar kötülük işleyen kimsenin cezasını göreceği haber verilmiştir (ez-Zilzâl 99/7-8). İnsanların en kötüsü aklını kullanmayan, gerçeği dinlemek ve söylemek istemeyen, bu sebeple Allah’ın lânetine ve gazabına uğrayan inkârcılardır (el-Mâide 5/60; el-Enfâl 8/22, 55; el-Beyyine 98/6).” 20. Yüzyılın Hitler, Stalin veya Truman gibi kıyıcılarının insanlığa karşı işledikleri toplu cinayetler bir yana, içinde bulunduğumuz günlerde bile Ukrayna’nın sivil yerleşimleriyle siyasi karşıtlarına yönelik ölümcül eylemlerde bulunan Putin gibileri düpedüz ve köküne kadar “kötü” sayılmaz mı? Veya –İslam dünyasına dönecek olursak– Kur’an surelerinde sık sık sözü edilen insanlık dışı (şer’in çoğulu olan) eşrâr’da bulunan, yani bebekleri ocakta yakan, kadınlara tecavüz eden, göğüslerini kesip onlarla top oynayan ve yaşlı insanları rehine tutan alçak çetenin teröristler ile maddi destekçisi olan sorumsuz devletin molla kadroları – onlara “iblis”ten başka ne denebilir ki?!? Uzun lafın kısası: Şu sıralarda basın manşetlerinden inmeyen ABD, İngiltere ve İsrael gibi ulusların devlet başkanlarından hiçbirine, “zerre kadar hayır işleyen”, keza “iyi” sıfatını yakıştıramazken, yukarıda sıraladığım “şer odakları” ile yöneticilerine hiç duraksamadan “kötü” diyebiliyoruz – ve ne yazık ki Çinli dedelerin var saydıkları gibi, buradaki kutuplar birbirlerini tamamlamıyor, dünyadaki dengeyi ise hiç ama hiç koruyamıyorlar! ***** Kaynak: https://islamansiklopedisi.org.tr/ser--kotuluk#:~:text=Din%C3%AE%20literat%C3%BCrde%20Allah%20taraf%C4%B1ndan%20yasaklan%C4%B1p,%E2%80%9C%C5%9Frr%E2%80%9D%20md *****

  • Gülecek gibi oldum...

    Bazı konular vardır ki, o denli ciddi ve acı olmasalar, onlara kahkahalarla gülesim gelirdi… “Gazze halkına soykırım” gibi mesnetsiz, saçma-sapan ve köküne kadar siyasi olan bir iddia için onlarca ciddi hukukçu, binlerce kilometre uzaktan gelip Den Haag’da toplanarak, kimilerinin peruklarını takıp, uzun uzun suçlama ve savunma yapmaları – ve sonunda 17 yargıçtan suya sabuna dokunmayan bir açıklamanın gelmesi, keza İsrael’e sanki daha insancıl biçimde savaşmasını salık vermiş olmaları gibi!.. Daha da gülünç olanı, Uluslararası Adalet Divanı’nın bu 17 saygın yargıcı arasında bulunan sadece birinin, Ugandalı Julia Sebutinde’nin, davacı Güney Afrika’nın tüm savlarına olumsuz karar vermesiydi – İsrael temsilcisi Aharon Barak bile ikisini yerinde/olumlu bulmuşken! Tabii ki Uganda’nın BM Daimî Temsilcisi Adonia Ayebare, kararlar açıklandıktan hemen sonra "Yargıç Sebutinde'nin UAD'de verdiği karar Uganda Hükümeti'nin Filistin'deki duruma ilişkin tutumunu temsil etmemektedir" dedi – “dost” bir Afrika ülkesinin iddiası üzerine başka ne diyebilirdi ki..?  Kendimi zor tuttum! Ya “insanlık dışı üç H”ya (Hamas, Hezballah ve Huti’lere) manen ve maddeten destek verdiğini açıkça beyan etmiş olan İraaan (doğru telaffuzu öyledir!) hükümet sözcüsünün, ABD güçlerine Irak ve Suriye’de son haftalarda sürdürülen, bazıları ölümcül olmuş saldırıların “arkasında olmadıklarını” bildirmesine gülmez misiniz? Geçen gün, Türkiye’de yaşamakla birlikte, İsrael konularını 45-50 yıl önce aliya yapmış olan dostlarımızdan en az daha iyi bildiğini ima eden başka bir arkadaşın “Bibi Gazze’ye yerleşimin söz konusu OLMADIĞINI, böyle bir kararın sadece hükümet adına alınabileceğini söyledi.” şeklindeki bir mesajını gördüm. İçinde zaten bir oxymoron barındıran bu şaşılası söylemin, İsrael’in dünya kamuoyunda şu sıralarda gittikçe yitirdiği imajını daha da kötüye çekeceğini bile bile dile getirilmesi, ayrıca gülünç değil mi sizce? Peki, görevi “Filistinlilere yardım”(?!) olan UNRWA’nın Başkanı, İtalyan/İsviçreli Philippe Lazzarini daha geçen hafta Hamas-sever BBC radyosu ile yapmış olduğu İsrail karşıtı söyleşisini sanki doğrulayan, en az 12 UNRWA çalışanının 7 Kasım pogromuna fiilen katılmış olmalarına ne diyelim? Bu (aslında şaşırtıcı olmayan) gelişmeye sadece acı acı gülümseyerek, Signore Lazzarini’nin beklenen istifasının ardından Lugano’da bir ristorante açıp, lasagne ve rösti servis etmesini dileyelim! Copyright: Parlamentsdirektion/V.Coeln, Foto:J.Zinner Gelelim, Almanya ve Avusturya’nın 27 Ocak Soykırım Anma Günü’nde yineledikleri aşırı tepkiye. İstanbul Alman Başkonsolosluğu’nun cephesine gerilen “WE REMEMBER” asısı (=afişi), keza aynı savsözün Avusturya Parlamento Binası’nın cephesinde dev ışıklarla yansıtılması da kimilerine aslında gülünç gibi gelebilir… Dahası, bundan birkaç yıl önce Viyana’da yaşamakta olan bir Yahudi’den duyduğum “Keşke Şoa olmasaydı da bu kıyıcı ülkeler o denli Yahudi yanlı davranmasalardı…” şeklindeki ilginç yorumu da beni hem gülümsetti hem de üzdü. Ama gene de böylesine erkin hükümetleri olan bu iki ülkeye şapka çıkarmadan edemiyorum – benzer soykırımlarda bulunmuş olan başka ülkeler de keşke bu denli açık yürekli ve duyarlı davransalar… *** Soykırım, genocide, holocaust ve şoa demişken – kimi kurum ve derneklerimizde yılda iki kez (27 Ocak ve Yom haŞoa’da) özenle hazırlanıp kâğıda dökülmüş ve anma toplantılarında okunan metinler ile karşı karşıya kalıyoruz… Bu insanlık dışı eylemleri gençlerimize anımsatmak çok yerinde bir adımdır. Ancak bence asıl önemli olan, tüm bunları birbirimize anlatmaktan öte, “geniş” (olarak adlandırılan!) topluma yönelik eğitim ve tanıtımdır. Türkiye gibi cehaletin diz boyu gezdiği bir ülkede, Alman konsolosluklarında bu yıl ilk kez gördüğümüz “WE REMEMBER” asısını, “NAZİ DÖNEMİNDEKİ YAHUDİ SOYKIRIMINI ANIMSIYOR VE KINIYORUZ” olarak görmek isterdik – ve umarım bu çağrı, önümüzdeki yıllar için yön verici olur! Eğitime gelince, Şoa’nın Türk ders kitaplarında yer almasını sağlamak, hepimizin ve özellikle Türk Yahudi Toplumu’nun önemli görevlerinden olsa gerek…

  • Guernica’dan Be’eri veya Tel Aviv’e

    Tiyatro eleştirmenliği dönemimde “Sanat, gerçeğin izdüşümüdür,” saptamasını pek sık ve de çok severek kullanırdım. Öte yandan, gerçek olaylardan beslenen sanatın bizzat yaşamı da etkilediği, insanlara en azından neyin iyi, neyin de kötü olduğunu, çoğu zaman çarpıcı biçimde göstermiş/göstermekte ve aynı zamanda anımsatmış/anımsatmaktadır… Daha geçen gün, bilgi birikimini imrenerek izlediğim bir dostumun, “Guernica deyince, en başta neyi anımsarsınız?” sorusuna, onu dinlemekte olan hepimizin hep bir ağızdan “Picasso!” demesine hiçbirimiz şaşırmadı… Oysaki asıl konu, 1936-39 İspanya İç Savası sırasında Nazi Alman ve İtalyan Faşist Hava Kuvvetleri’nin Bask kenti Guernica’yı amansız biçimde bombalamaları sonucu, iki bine yakın sivilin ölmesiydi – ne var ki Pablo Picasso’nun aynı yıl Paris’te çizdiği, yıkımı resmeden bir tabloya bu talihsiz kentin adını vermesi, 26 Nisan 1937’de yaşanmış bu tarihi olayı her zaman anımsatacaktır. Şu sıralarda yaşamakta olduğumuz Gazze Harekâtı, İsrail’in bugüne dek sürdürdüğü en uzun savaşı olarak halkının belleğinden hiç silinmeyecektir – aynen 7 Ekim katliamı gibi… Ancak bir an için düşünelim – eğer yarın, örneğin Kibbutz Be’eri’deki akıl almaz vahşeti simgeleyen benzer ustalıkta bir tablo veya heykel yapılacaksa, bundan yüz yıl sonra dünya genelinde unutulmuş olan 7 Ekim 2023 günü, insanlığın bir yüz karası olarak anımsanacaktır… “İzdüşüm” konusuna geri dönecek olursak, en çok Alman Edebiyatı’na yakın olmam nedeniyle, ikisi de Erich M. Remarque’un olan “Batı Cephesi’nde Yeni Bir Şey Yok” ve “Yaşamak Zamanı, Ölmek Zamanı” başlıklı romanları anımsadım. 1928’de kaleme alınmış olan ilki, liseden yeni çıkmış gencecik bir asker grubunun I. Dünya Savaşı esnasında yaşadıklarını ve 18 yaşındaki başkişi Paul Baeumer’in, savaş sona ermeden birkaç gün önce bir düşman kurşunuyla düşmesini konu ediyor… II. Dünya Savaşı’nda geçen, 1954’te yazdığı diğer roman ise, benzer biçimde genç bir askere odaklanıyor: Cepheden üç haftalık izin süresi boyunca, Berlin metropolünün renkli gece hayatına dalıp, savaşı bir an için unutuyor Ernst Graeber. Rus ordularına karşı doğuda oluşan yenilginin çanları çalarken, bu umutsuzluk denizinin ortasında kurtarıcı bir ada gibi karşısına çıkan bir genç kız ile aşkı tanımaya başlıyor. Usta yazar Remarque, Almanya’nın bu dekoru içinde iki insanın umutlarından ve umarsızlıklarından oluşan çok gerçekçi bir ülke görünümü vermekte, aynı anda karşılaştığımız yaşam ve ölüm ile iç içe geçen hayatların çok canlı bir portresini çizmektedir... 80 yıl fast forward: Sharon bölgesindeki halka savaş ortamını birazcık unutturmak için, yakın bir dostumuzun damadının da davul çaldığı amatör bir orkestra var… Her yaşta müzisyenin bulunduğu bu orkestranın elemanları bir yandan provalarda, keza sahneye çıktıklarında kurtlarını dökerken, aynı zamanda hafta sonlarında gittikleri değişik kasaba, moşav ve kibbutzlarda daha çok neşeli/hareketli tınılar çalıyor, milleti dans etmeye teşvik ediyor… Geçen hafta ise zorunlu bir ara vermişler – müzisyenlerin birinin gencecik oğlu, Gazze’de düşmüş!.. İşte, “ne hazindir ki…” mi diyelim – veya “ne ilginçtir ki…” 100 kilometre gibi bir uzaklıkta aynı anda dans da edilebiliyor, ölünebiliyor da! Tel Aviv’de Shablul caz kulübünden veya Cameri Tiyatrosu’ndan çıkarken, arada cep telefonlarımıza düşmüş genç askerlerin ölüm haberlerini okuyoruz… Yeni yıla “hep dans edebilsek” umuduyla girmekten başka, nasıl sonlandırayım ki bu yazıyı!...

  • “İnanılmazlıklar” ve farklılıklar…

    Türkiye’de olduğu gibi, İsrael için de çok kötü geçmiş olan 2023 yılını dünyanın hemen her bölgesinde görülen bir tomar inanılmazlıklar ile bitiriyoruz… İsrael’de kalıp, sadece birkaçını sıralayacak olursak… dünya çapında en yetkinleri arasında bilinen gizli servisinin 7 Ekim saldırısını öngörmemiş, keza Hamas’ın yıllardır yer altında geliştirdiği saldırı ve terör düzeneklerini açığa çıkaramamış olmasına, bu bağlamda Gazze’ye çeşitli kaynaklardan gelen milyarlarca doların da yer üstünde neredeyse hiç kullanılmadığından kuşkulanmamasına… tüm bunlara inanamıyorum… Bebeklerin mutfak fırınlarında yakıldığına, hamile kadınların göğüslerinin kesilip onlarla top oynandığına kolayca inanabiliyor musunuz yoksa? Nasıl yani – Cengiz Han yeniden canlanıp, ordularıyla bu kez kibutzları mı bastı? Peki, gözü dönmüş canilerden, düşmanlarımız olan (sözde) devletlere yönelecek olursak, İran iftiralarının veya “beşinci sınıf” bir ülke sayılan Yemen’in son gözdağlarının bazı çevrelerce ciddiye alınması, bundan öte Hamas’ın yalanlarına BBC gibi (sözde) saygın bir yayın kurumunun inanması da, tarihe geçecek başlı başına birer inanılmazlıktır! Yalan konusuna gelince, dünya kamuoyunun artık alışmış olması gereken “Arap yalanlarına” halen gerçek gözüyle bakılması, başka bir inanılmazlığı da ortaya koymuyor mu?! Yanılmıyorsam, bu köşede birkaç yıl önce anlatmıştım: 5 Haziran 1967’de başlamış olan Mısır/Ürdün/Suriye-İsrael Savaşı’nın ilk günlerinde, Türkiye’nin o dönemdeki ciddi gazetelerinden “Milliyet” gibi “milli” basının tümü, sürekli olarak Arapların başarılarından, İsrael ordusunun yenilgilerinden söz ediyordu… Bir de 7 Haziran’da barut tozları kalktığında gördük ki, Arap ordularının her biri bozguna uğramıştı! İşte bunun gibi yanıltıcı beyanların tuzağına çok düşmüştür ve halen de düşüyor ulusal ve özellikle yandaş medya. Bugün de Hamas’ın yönetimindeki “Gazze Sağlık(?) Bakanlığı” yirmi bini aşkın sivil ölü, elli bini aşkın yaralının bulunduğunu bildiriyor; 25 Aralık’ta kamuoyuna bir açıklama yapan Başterörist Yahya Sinvar, binlerce İsrael askerinin öldürüldüğünü, Hamas’ın Gazze savaşını kazanmak üzere olduğunu belirtiyor! Alın size başka başka inanılmazlıklar! Geçenlerde topluca izlediğimiz “Golda” filminin ardından yapılmaya çalışılan, ancak pek katılımcı bulunmadığından oldukça cılız geçen “beyin fırtınasında”, 1973 ile Gazze Savaşlarının arasındaki “benzerlik” olgusundan söz açıldı. Bana kalırsa buradaki tek benzerliği içeren düşman saldırılarının birer “sürpriz” olması bile, önemli bir farklılık gösteriyor. Şöyle ki, İsrael adına çalışan Mısırlı casus Aşraf Marvan gibi güvenilir bir kaynaktan gelmiş olan saldırı öngörüsünü içeren ciddi bir uyarı gibisi, 7 Ekim’den önce alınmamıştı… Olası benzerlikler bir yana, “Yom Kippur” ile “Simchat Tora” Savaşları arasında birkaç önemli farklılıklar görülüyor… Bunların ilki, 1973 yılındaki düşmanların birer devlet olmasıydı – günümüzdeki terör “tüccarları” ve canilerine karşın! Tarafların bu farklılıkları, eylemlerinin vahşet oranında görülebiliyor zaten… Diğeri, 50 yıl önce İsrael’in başında inanılan, güvenilen ve herkeşce sevilen bir Başbakanın bulunmasıydı – bugün ise bu olgu kesinlikle yoktur. Daha da önemlisi, Golda Meir’in savaş sonrasında bir çeşit mea culpa (= suç benimdir) yaklaşımı ve “halk, bunu uygun görüyordur…” deyişiyle görevinden çekilmesiydi – ki günümüzde bu konuda hiçbir yaklaşım yok! Dördüncü farklılık, silahlar karşılıklı olarak sustuğunda en başta Mısır yönetiminin İsrael’i bir devlet olarak tanımayı kabullenmesiydi – ancak Hamas’ın böyle bir karara yanaşması, kuruluş amacını yadsımak anlamına gelir… Bu listeyi daha fazla uzatmayıp son bir farklılık ile yetinelim: Filmde de gösterildiği gibi, Mısır Başbakanı Enver Sedat ile Golda Meir, bir beraberliklerinde şakalaşmaktan da kaçınmamışlardı – ve bu da her ikisinin birer “insan” olduğunu gösteriyor! Umudumuz, 2024 yılının daha çok inanabileceğimiz, insanlığa daha yakın gelişmeleri göstermesidir…

  • Antisemitizmin çağdaş 5. “gerekçesi”!

    Bu köşeyi izleyenler veya en azından “Savunmanın Son Çaresi: Gülmek” başlıklı kitabımı* okumuş olanlar, kitleleri Yahudi düşmanlığına sürükleyen dört ana neden veya “gerekçe”den söz ettiğimi bilirler… Bunları kısaca şöyle toparlayalım: 1. Dinî gerekçelere dayanan antisemitizm, özellikle Hristiyanlıktan kaynaklanır ve Yahudilerin İsa’yı çarmıha germiş olduklarını savlar – ancak bu olgu, 20. Yüzyıl tarihçileri tarafınca hiçbir şekilde doğrulanmamıştır... Ne var ki bu yaygın kanı, İsa’nın ölüm günü sayılan Paskalya öncesi cuma günlerinde, en başta Orta Çağ’da, ardından da özellikle Çarlık Rusya ile Polonya’da Yahudi karşıtı yıkıcı/kıyıcı, irili/ufaklı pogromlara yol açmıştı. 2. Irkçı/faşist gerekçelere dayanan ve zirvesine hiç kuşkusuz Nazi döneminde ulaşmış olan antisemit akım, “soykırım” sözcüğünün doğmasına yol açmış sapık bir ideoloji olup, nicelik (altı milyon insan!) ve nitelik (en ekonomik biçimde / en kısa sürede en çok kişiyi aynı anda öldürebilmek dürtüsü!) açısından dünya tarihinde bir yegânelik oluşturur... Öte yandan, tarihten ders almamış kimi Neonazi gruplar birkaç Avrupa ülkesinde, ayrıca ABD’nin de bazı bölgelerinde aynı düşünceleri besleyip yaymaya çalışmaktadır. 3. Sıradan gerekçeler olarak tanımladığımız diğer türlü-çeşitli nedenlere dayanan antisemitizm ise, en başta ekonomik ve adi kıskançlık dürtülerinden kaynaklanır: “Yahudi komşum başarılı ve varlıklıdır – ya ben..?” veya dahası: “Moşe’nin dükkânı müşterilerle dolup taşıyor, bana ise uğrayan yok – oraya bir kibrit mi çaksam?” 4. Anti-Siyonizm gerekçesi, İsrail Devleti’ni yermekten öte, varlığını sorgulayıp inkâr etmeye çalışanlar, İsrailli ve Yahudi kavramlarını bir tutarak, “çağdaş” olarak tanımlayabileceğimiz bir antisemitizme neden olur... Siyasi olan bu dürtü böylece toplumsal bir boyut kazanmış, bu yoldan da küresel terörizme yol açarak dünya barışını tehdit edecek düzeye varmıştır… Yıllar geçtikçe, çağdaş ortamımızda antisemitizme yeni bir neden(!) daha belirmiş oluyor – ve onu “öykünme gerekçesi” olarak adlandırmak istiyorum. Bu “felsefeye” takılan üç başkahramanın ilki, Yahudi düşmanlığını iç siyaset aracı için kullanan popülist liderler; diğeri sözde “insanlık” ve “serbest ifade” için didinen kurumlarıyla yöneticileri, üçüncüsü ise aynı amaçları güden kimi medya kuruluşlarıdır. Tüm bu “fırsatçıların” saman altından (veya da üstünden!) yürüttükleri eylemleri aktarabilmek için köşemizin çerçesi dar kalır – burada sadece ikinci gruba giren ABD üniversitelerindeki son hafta gelişmelerine kısaca değinmek isterim… Pensilvanya Eyalet Üniversitesi (UPenn) Başkanı Elisabeth Magill’in, kurum sponsorlarının tüm uyarılarına kulak vermeyerek, geçtiğimiz Eylül ayında yerleşkesinde bir “Filistin Yazını Festivali” düzenlenmesine izin vermesi üzerine, oradaki intifada haykırmalarıyla Holokost’a göndermelerine olunamamıştı… Benzer çağrılara, taşkınlıklara ve Yahudi öğrencilere sataşmalara yer veren dünya çapındaki Harvard, Massachusetts Institute of Technology (MIT) ve Pennsylvania üniversitelerinin başkanları, bunun üzerine geçen hafta ABD Kongresi’nde bir soruşturmaya çağrıldı. Cumhuriyetçi New York Kongre üyesi Elise Stefanik her üç başkana aynı soruyu yöneltti: "Yahudilere soykırım çağrısı yapmak, [üniversitenizin] zorbalık ve tacizle ilgili davranış kurallarını ihlal ediyor mu?” Direkt bir yanıt da alamayınca, “Evet mi hayır mı?" diye sormayı yeğledi. Bayan Magill ile MIT ve Harvard'daki meslektaşları ise –sanki sözleşmişçesine!– bunun "bağlam" (“context”) ile ilgili olacağını defalarca söylediler. Sonuçta, Yahudilere yönelik soykırım çağrılarını açıkça kınamadıkları için gerek Kongre gerek kamuoyu tarafından ağır biçimde eleştirildiler (ilgi duyan okurlarımız, bu soruşturmanın bir bölümüyle istifa gerekçesini şu link’ten izleyebilirler: Elizabeth Magill: UPenn president quits in antisemitism row - BBC News ). Bunun üzerine birkaç gün geçmeden, Harvard Başkanı Claudine Gay ve UPenn’deki meslektaşı, sözlerini açıktan açığa şu biçimde geri aldılar: “Yanlış anlaşıldık. Düşünceler özgürdür, ancak sonuçları olmadan da değildir.” Bunun üzerinden bir gün geçmeden, UPenn Başkanı Magill görevinden çekildi – Harvard ve/veya MIT’deki meslektaşları da belki bu satırlar yayımlanana dek koltuklarını boşaltmış olacaklardır… Yazımı bir nükte ile sonlandırayım: Berkeley Üniversitesi'nden siyaset bilimcisi Ron E. Hassner, birçok ABD kolejlerinde haykırılan, çok popüler olmuş bir cümlenin ne ile ilgili olduğunu bilinip bilinmediğine dair küçük bir anket düzenledi… Bunun sonuçlarını aktardığı 5 Aralık 2023 tarihli Wall Street Journal’daki “Hangi nehirden hangi denize?” başlıklı makalesinin özet sonuçları ise şöyleydi: 250 Amerikalı öğrencinin büyük bir çoğunluğu, yüzde 86'sı bu savsözü onayladı. Ancak yalnızca yarısı, nehri ve denizi adlandırabiliyordu! Cevaplar Nil, Fırat, Karayipler, Atlantik ve Ölü Deniz'i içeriyordu. Yalnızca dörtte biri Yaser Arafat'ı tanıyordu ve yüzde 10'u onun İsrail'in ilk başbakanı olduğunu düşünüyordu. Nehir, kara ve deniz hakkında temel bilgiler verilen öğrencilerin üçte ikisi, bunun üzerine bu tümceye verdikleri desteği geri çekti! +++ *(kısa bir reklam olarak!) : https://www.arkeolojisanat.com/shop/urun/savunmanin-son-caresi-gulmek-askenaz-mizahinda-gezintiler_11_6625.html

  • Kışkırtıcı bir sorudan, Herzl’ın düşüne bir gönderme…

    Bundan üç hafta önce Avusturya Parlamentosu’nun Palais Epstein salonlarında panelist olarak katıldığım bir kitap lansmanı etkinliği sırasında İsrael’de yaşadığım açıklanınca, tanıtım konuşmalarının ardından gelen tartışma bölümünde hiç beklemediğim bir soru ile karşılaştım: Hamas/Gazze savaşından sonra, Orta Doğu’daki olası gelişmeleri nasıl görüyordum..? İçimden mırıldandığım kısa bir “ehemm” duraklamasını atlatarak, Almanların deyimiyle “öne doğru bir kaçış” yapmayı denedim. Bu çekinceli soruya vermem gereken zorunlu yanıta, bir yıl kadar önce bu portaldaki “Değinmeler” köşemde paylaştığım (https://www.turkisrael.org.il/single-post/asimptot-a-para-ile-ula%C5%9Fmak) “asimptot” benzetmemi kısaca anlatmakla başladım: “Bilindiği gibi matematik terimiyle asimptot, belirli bir A eğrisinin gittikçe yaklaştığı, ancak sonsuza kadar da olsa, hiç ulaşamadığı/kesişemediği bir B eksenine verilen isimdir. Bunun Orta Doğu’daki en belirgin örneği, özellikle 1948’den bugüne dek, İsrael ile ‘Filistinli’ diye anılmak istenen Arap halkının –iç içe olsun veya yan yana– karşılıklı huzur içinde yaşayamamaları olsa gerek...” Bu giriş cümlelerini tek tek dile getirirken beynimde fırtınalar kopuyor, ateşler içinde kıvranırcasına şimdi neler söyleyebileceğimi kestirmeye çalışıyordum – ve birden, sanki içime doğmuş gibi, beni olduğunca sarsmış bu soruya kurtarıcı bir yanıt, başımın üzerinde sallanan Demokles Kılıcını ortadan kaldıracak bir “çözüm” geldi aklıma! “Bakınız,” dedim, “Hamas cellatlarının bu insanlık dışı saldırısı, Orta Doğu’da sanki bir ‘milad’ yarattı. Yahudi tarihinde böylesi, Şoa’dan bugüne dek görülmemiş olduğu, herkesin dilindedir... Ve 7 Ekim 2023 tarihinden sonra bu yörede birçok köklü değişiklik olacağı kesindir; o talihsiz gün, bir dönüm noktasını simgeleyecektir! Her şeyden önce, Hamas yeryüzünden silinecektir – ve bu örnek, henüz var olan veya olası terör odaklarını caydıracak, eylemleriyle oluşumlarını uzun süre engelleyecektir. IDF’nin balyoz gibi hava ve kara harekâtları, İsrael’in ve de Yahudi halkının asla savunmasız olmadığını gösterecektir. Erkin Batılı güçlerin de desteği ile Erez’in güney, doğu ve kuzeyindeki ‘şer’ odakları bugün, yarın veya öbür gün teker teker dökülecektir…” Artık hızımı almıştım – ve şimdi, yanıtımın asıl doruk noktasına geldim: “Avusturya ve de Almanya halkları, geçmişteki günahlarını iyi biliyor ve kabulleniyorlar. Altı milyon Yahudi’nin kanları halen unutulmadı buralarda – ancak, daha da önemlisi, bu kurbanların tinlerinden (= ruhlarından) yepyeni bir devletin doğduğunu tüm dünya algıladı. Ve işte, aynı şekilde, Hamas’ın kıyıma uğrattıkları bin dört yüz talihsiz sivil, dört yüze varan asker ve kaçırılan, gelecekleri belirsiz iki yüz elli kadar masum rehinenin tinlerinden de yeni, barışa çok daha yakın bir Orta Doğu’nun gelişeceğine inanıyor, onu en azından tüm gücümle diliyorum…” Hiç tasarlamadan içimden birden fışkırmış (Latin tanımıyla sanki “deus ex machina” biçimindeki) bu sözlerin ardından salonda kopan beklenmedik coşkulu alkış, ağırbaşlı bir kitap lansmanının çerçevesini aşmış gibiydi – beni de biraz utandırmadı desem, yalan söylemiş olurum… Çoktandır yaşamadığım güzellikteki bu akşamın daha da olumlu bir devamı oldu, kitabın yazarı Reiner Möckelmann dostumla ailecek gittiğimiz Viyana’nın sevilen Japon Momoya lokantasında! Suşi ve şaşimilerimizi beklerken, Reiner’in “Peki, sözünü ettiğin bu ‘Orta Doğu Cenneti’ne nasıl ulaşılacak?” sorusunu çok daha kolayca yanıtlayabildim: “Tabii ki ‘iki devlet çözümü’yle…” Yemek boyunca bu konu da masaya yatırıldığında, dostumun körüklediği ortak ‘öngörülerimizle’ bu konuya da amatörce bir “çözüm” bulduk! Efendim, savaş bittiğinde “Gazze Şeridi ne olacak?” sorusu ile Yehuda ve Şomron’daki yerleşimciler sorunu, sanki birbirlerini tamamlıyormuş gibi çözümlenecekti: Kimi çorak dağ ve tepelere yerleşmiş olanlar, çekici kıyı şeridine, keza Gazze halkı da 1967’de İsrael’e katılmış toprakları içeren genç Filistin Devleti’nde yeni yaşamlarına kavuşacak, Yeruşalayim ise her üç din mensuplarına açık bir tarihi (ve de “ikili” bir baş-)kent olacaktı… Hani, benzer bir “mübadele” bundan yüz yıl önce büyük Atatürk ve Yunanlıların efsanevi lideri Venizelos arasında da, “kötünün en iyisi” olarak kotarılmamış mıydı? Ne dersiniz, masa başında Uzak Doğu çubuklarıyla yemek yenirken tasarlanan Orta Doğu’da bir Thomas More’un “Utopia”sı veya Theodor Herzl’in “Alt-Neuland”ı türündeki bu düşler, yakın bir gelecekte (benzer biçimde de olsa) gerçekleşebilecek mi? Keza, geniş ufuklu Herzl’ın dediği gibi “eğer istiyorsanız, bu bir masal olmaktan çıkar…” mı?!

bottom of page