top of page

Guernica’dan Be’eri veya Tel Aviv’e





Tiyatro eleştirmenliği dönemimde “Sanat, gerçeğin izdüşümüdür,” saptamasını pek sık ve de çok severek kullanırdım. Öte yandan, gerçek olaylardan beslenen sanatın bizzat yaşamı da etkilediği, insanlara en azından neyin iyi, neyin de kötü olduğunu, çoğu zaman çarpıcı biçimde göstermiş/göstermekte ve aynı zamanda anımsatmış/anımsatmaktadır…

 

Daha geçen gün, bilgi birikimini imrenerek izlediğim bir dostumun, “Guernica deyince, en başta neyi anımsarsınız?” sorusuna, onu dinlemekte olan hepimizin hep bir ağızdan “Picasso!” demesine hiçbirimiz şaşırmadı… Oysaki asıl konu, 1936-39 İspanya İç Savası sırasında Nazi Alman ve İtalyan Faşist Hava Kuvvetleri’nin Bask kenti Guernica’yı amansız biçimde bombalamaları sonucu, iki bine yakın sivilin ölmesiydi – ne var ki Pablo Picasso’nun aynı yıl Paris’te çizdiği, yıkımı resmeden bir tabloya bu talihsiz kentin adını vermesi, 26 Nisan 1937’de yaşanmış bu tarihi olayı her zaman anımsatacaktır.

 

Şu sıralarda yaşamakta olduğumuz Gazze Harekâtı, İsrail’in bugüne dek sürdürdüğü en uzun savaşı olarak halkının belleğinden hiç silinmeyecektir – aynen 7 Ekim katliamı gibi… Ancak bir an için düşünelim – eğer yarın, örneğin Kibbutz Be’eri’deki akıl almaz vahşeti simgeleyen benzer ustalıkta bir tablo veya heykel yapılacaksa, bundan yüz yıl sonra dünya genelinde unutulmuş olan 7 Ekim 2023 günü, insanlığın bir yüz karası olarak anımsanacaktır…

 

“İzdüşüm” konusuna geri dönecek olursak, en çok Alman Edebiyatı’na yakın olmam nedeniyle, ikisi de Erich M. Remarque’un olan “Batı Cephesi’nde Yeni Bir Şey Yok” ve “Yaşamak Zamanı, Ölmek Zamanı” başlıklı romanları anımsadım. 1928’de kaleme alınmış olan ilki, liseden yeni çıkmış gencecik bir asker grubunun I. Dünya Savaşı esnasında yaşadıklarını ve 18 yaşındaki başkişi Paul Baeumer’in, savaş sona ermeden birkaç gün önce bir düşman kurşunuyla düşmesini konu ediyor… II. Dünya Savaşı’nda geçen, 1954’te yazdığı diğer roman ise, benzer biçimde genç bir askere odaklanıyor: Cepheden üç haftalık izin süresi boyunca, Berlin metropolünün renkli gece hayatına dalıp, savaşı bir an için unutuyor Ernst Graeber. Rus ordularına karşı doğuda oluşan yenilginin çanları çalarken, bu umutsuzluk denizinin ortasında kurtarıcı bir ada gibi karşısına çıkan bir genç kız ile aşkı tanımaya başlıyor. Usta yazar Remarque, Almanya’nın bu dekoru içinde iki insanın umutlarından ve umarsızlıklarından oluşan çok gerçekçi bir ülke görünümü vermekte, aynı anda karşılaştığımız yaşam ve ölüm ile iç içe geçen hayatların çok canlı bir portresini çizmektedir...

 

80 yıl fast forward: Sharon bölgesindeki halka savaş ortamını birazcık unutturmak için, yakın bir dostumuzun damadının da davul çaldığı amatör bir orkestra var… Her yaşta müzisyenin bulunduğu bu orkestranın elemanları bir yandan provalarda, keza sahneye çıktıklarında kurtlarını dökerken, aynı zamanda hafta sonlarında gittikleri değişik kasaba, moşav ve kibbutzlarda daha çok neşeli/hareketli tınılar çalıyor, milleti dans etmeye teşvik ediyor… Geçen hafta ise zorunlu bir ara vermişler – müzisyenlerin birinin gencecik oğlu, Gazze’de düşmüş!..

 

İşte, “ne hazindir ki…” mi diyelim – veya “ne ilginçtir ki…” 100 kilometre gibi bir uzaklıkta aynı anda dans da edilebiliyor, ölünebiliyor da! Tel Aviv’de Shablul caz kulübünden veya Cameri Tiyatrosu’ndan çıkarken, arada cep telefonlarımıza düşmüş genç askerlerin ölüm haberlerini okuyoruz…

 

Yeni yıla “hep dans edebilsek” umuduyla girmekten başka, nasıl sonlandırayım ki bu yazıyı!...

 








Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page