top of page

 Karl Marx, Sigmund Freud ve Baruch Spinoza Avraam Avinu'ya karşı...


ree

Hayatta gerçekten ne kadar seçme özgürlüğümüz var ?

Bazı insanlar Şöyle der: “Her şey sana bağlı, eğer kurban olarak kalmak istiyorsan kal, özgür olmak istiyorsan ol”

Kimisi de “Bu neslin sorunu şu: Her zaman başkalarını suçlamak istiyorlar kimse sorumluluk almak istemiyor “diyor.

Peki kim haklı?

 

İnsanların bizler üzerindeki derin ve güçlü etkilerini fark etmekle, yine de kendi hayatımızın efendisi olmak arasındaki denge, nedir?

Bu ikisi, aslında bir çelişki oluşturmaz.

Görünüşe göre bu nesil, tam da bu ince dengeyi arıyor.

Tanrı ile Yahudi arasındaki iletişim, “Leh Leha” peraşasının başında başlar.

Tanrı Avraham’a şöyle der.

Leh Leha, Me’artzeha u’mimoladeteha u’mibeit aviha el ha’aretz asher are’ka.

Ülkeni, doğduğun yeri ve babanın evini bırak, sana göstereceğim ülkeye git.

Bu emirde sadece coğrafi bir talimat — “yerini değiştir “— yoktur; aynı zamanda Yahudiliğin özünü oluşturan derin bir ruhsal temeli de içinde barındırır.

 

Bu aynı zamanda varoluşsal bir çağrıdır. Avraham’ın soyundan gelen herkesin hayatında da geçerli olan derin bir içsel yolculuk.

Aslında insanı derinden etkileyen kişiliğimizi, özümüzü, hikayemizi, yaşam motifimizi şekillendiren üç temel unsur vardır.

Ülken, doğduğun yer, babanın evi.

Kişiyi etkileyen üç güç, ülkesinden, doğduğu yerden ve babasının evinden gelir.

Hepimiz belli bir ülkede doğar ve büyürüz ve her ülkenin kendine özgü bir kültürü, atmosferi vardır.

Ülkenin insan üzerindeki etkisi, ruhun derinliklerine işler.

  

Doğduğun yerin etkisi, ülkenin etkisinden daha derindir, Çünkü çok daha kişiseldir. Orası senin sosyal çevrendir, okulundur, komşularındır, sinagogundur, mahallendeki atmosferdir.

Tüm bunlar “doğduğun yerin” bir parçasıdır.

 

Ve elbette üçüncü en derin etki vardır. Buda kişiliğimizi şekillendiren en güçlü kaynak: “Babanın evi”, yani doğduğum büyüdüğüm ev.

Orası ebeveynlerimin bana doğrudan dokunduğu, Beni büyüttüğü, çocukluğumun en hassas yıllarını geçirdiğim yerdir. Orada sadece davranışları, sözleri, ya da alışkanlıkları öğrenmedim, genetik mirasımı da oradan aldım.

  

Bu etkiler bizi biçimlendirir— Kimi zaman çok olumlu biçimde, kimi zamansa başka yollarla, bazen zorluklar ve sınavlar yoluyla.

Ve Tanrı Avraham’a LEH LEHA dedi. KENDİNE git.

Buradaki vurgu “kendine” sözcüğündedir.

Bu bir içsel yolculuktur— ruhsal, duygusal ve derin bir keşif yolculuğu.

Tanrı sanki şöyle diyor:

“Ben senin, kendinle karşılaşmanı istiyorum. Kendine dönmeni, özüne ulaşmanı istiyorum. En gerçek benliğine, hayatının en derin noktasına varmanı istiyorum.

Ama o derin yere nasıl ulaşabilirim?

Çoğumuz, aslında kim olduğumuzu bile bilmiyoruz. Bunu bulabilmek için, o üç tane etkiden dışarıya çıkmamız lazım.

 

Senin içindeki o melodi — senin içsel enerjin, senin tekil, eşsiz kişiliğin—

Gerçekten onun farkında mısın?

Kendinle gerçekten karşılaşabilmek için, büyük bir cesaret gerekir.

Bu da ancak, Tanrı’nın o LEH LEHA sözüyle bize verdiği, zaten yaratıldığımız andan itibaren içimize üflenmiş olan, tanrısal enerji ile bir bağ kurabilirsek gerçekleşebilir.

  

Her İnsan kendi seviyesine göre, bu üç tane etkiden Özgürleşerek, “sana göstereceğim ülkeye “— yani Tanrının ona göstermek istediği ışığa ulaşabilir.

Bu bizzat tanrısal özündür. Ve orada o düzeyde sen gerçekten özgürsün. Tanrının kendisi gibi özgürsün. Orada berraklık, bilgelik, sevgi, güç, neşe, bütünlük ve sonsuz bir özgüven vardır.

  

Eski İngiltere Hahambaşı olan, büyük bilge Rav Jonathan Sacks Bu konuda çok ilginç bir şey yazdı.

 

“Aslında iki tür ateist vardır. Birincisi, Tanrı’ya inanmayan ateisttir. Ama ikinci tür, ateizateisttir. Amaaaaa din haline getiren kişidir. O artık sadece inanmamakla kalmaz; inanmamayı tapınma haline getirir, Ve fanatik bir şekilkişidir. Oir. O savaşırlar.

 

Rav Sacks bunun sebebini şöyle açıklar:

“Çünkü inanç, insanın varlığının özüne kazınmıştır.

Dolayısıyla, inanmamayı seçen biri, aslında kendi özüyle savaşır.

İçindeki Tanrısal kıvılcıma karşı bir direniş olduğu için,

reddediş bile tutkulu, öfkeli, neredeyse dini bir hâl alır.”

Bu yüzden, bazı Yahudilerde görülen din karşıtlığı aslında Tanrı’ya değil, kendi özlerine karşı bir öfkedir.

Kendi kimliklerine, kendi Tanrısal yanlarına duydukları bir kızgınlıktır.

Bu kişiler, aslında çok derin bir kendini inkârın kurbanlarıydılar.

 

Yahudi tarihinde, ateizmi bu şekilde bir din haline getiren en bilinen üç tanınmış kişi şunlardır:

Baruch Spinoza, Karl Marx ve Sigmund Freud.

Bu kişiler sadece Yahudiliği reddetmekle kalmadılar, aynı zamanda onun yerine bir alternatif inanç sistemi kurma ihtiyacı hissettiler.

Ve geliştirdikleri üç düşünce sistemi, yalnızca Yahudi halkını değil, tüm insanlığı derinden etkileyen, hatta modern kültürün temellerini sarsan üç devasa fikir akımı hâline geldi.

Ama tüm bu akımların arkasında, Yahudiliğin özündeki bir tartışmanın inkârı yatıyordu:

İnsanın özgürlüğü.

Rambam (Maimonides), Hilchot Teşuva (Tövbe Yasaları) 5. bölümünde şöyle yazar:

 

“Her insana seçme özgürlüğü verilmiştir.

Dilerse kendini iyi bir yola yöneltir ve doğru olur;

dilerse kötü bir yola sapar ve kötü olur - bu onun elindedir.”

İnsanoğlu, evrende eşi benzeri olmayan bir varlıktır:

Kendi bilinciyle, kendi iradesiyle, düşüncesiyle, iyiyi ve kötüyü seçme gücüyle yaşar.

Ne Tanrı ne melek ne doğa onu zorlar -

Ama işte Spinoza, Marx ve Freud’un ortak noktası şuydu:

Bu fikri yok etmek istediler.

İnsanın özgür olmadığı fikrini savundular.

Ve bu, modern kültür üzerinde inanılmaz derin bir etki bıraktı. Her biri, farklı bir yoldan, ama aynı hedefle,

Ama Tanrı diyor ki:

Sadece “yaşamın özü” nde, yani sonsuzlukta, ilahilikte, gerçek özgürlük vardır.

Bu, sonsuz, ruhsal ve maddeden bağımsız bir düzlemde mümkündür.

Gerçek seçim, yalnızca ilahi özünle bağlantıya geçtiğinde mümkündür.

Özgürlük, madde üstü bir şeydir.

Ve işte burada Karl Marx, Spinoza ve Freud sahneye çıkar.

Hepsi farklı alanlarda, ama aynı hatayı yaparak,

özgürlüğü reddederler.

 

Karl Marx, sosyalizmin babasıydı —

ondan doğan ideoloji daha sonra komünizme dönüştü.

Marx’ın özündeki fikir şuydu:

“İnsan, toplumsal güçlerin ürünüdür.”

“İnsanın davranışları, ekonomik sınıfların ve mülkiyet sahiplerinin çıkarları tarafından belirlenir.”

Ona göre, her şeyin belirleyicisi ekonomiydi —

Marx şöyle diyordu :

“Bütün savaşların, nefretlerin, rekabetlerin kaynağı mülkiyet eşitsizliğidir.

Eğer bütün mülk eşitlenirse, insanlık kurtulacak, dünya barış ve adaletle dolacaktır.”

Ama Tanrı Avraham’a ilk olarak şunu söyledi:

“Lech lecha me’artzecha – Ülkeni terk et.”

 

Yani: “Toprağa, mülkiyete, mala dayalı bu düşünceden çık!”

“İnsanın özü toprakta değil.”

Gerçek kimliğin, mülkiyette, maddede, güçte değildir.

Spinoza şöyle diyordu:

“İnsan içgüdüler tarafından şekillenir.

Biz doğuştan gelen biyolojik dürtülerimizin ürünüyüz.”

Bu, günümüzde “genetik determinizm” diye bilinen düşüncedir. Yani insanın karakteri, doğduğu andan itibaren genlerine kazınmıştır. Her şey içimize işlenmiştir, değiştirilemez.

Spinoza bu düşünceyi daha da ileri götürüp, “Panteizm” e ulaştı:

“Tanrı doğanın kendisidir, doğa Tanrı’dır.”

Yani Tanrı ve evren bir ve aynı şeydir.

Bu, Tanrı’yı aşkın bir varlık olarak değil, evrensel doğa yasalarının toplamı olarak görür.

Ama Tanrı Avraham’a diyor ki:

“Lech lecha mimoladetecha – Doğduğun yeri bırak.”

Yani: “Evet, artık ülkeni (mülkiyet düşüncesini) bıraktın, şimdi doğuştan gelen,

‘ben buyum, çünkü böyle doğdum’ düşüncesini de bırak.”

“Sen sadece genlerinin ürünü değilsin.”

Ve sonra gelir Sigmund Freud.

Freud der ki:

“İnsan, çocukluk travmaları ve erken yıllardaki aile ilişkileri tarafından biçimlendirilir.” “Özellikle baba figürüyle olan çatışmalar, insan kişiliğini belirler.”

Ve Tanrı sanki Avraham’a şöyle der:

“Lech lecha mi-beit avicha – Babanın evini bırak.”

Evet, “babanın evi” — yani ailemiz — bizi etkiler.

Evet, “doğduğumuz yer” — yani toplum, kültür — bizi biçimlendirir.

Evet, “ülkemiz” — yani maddi koşullar, ekonomi — bizi sınırlar.

Ama Tanrı’nın mesajı şudur:

“Sen, bunların ötesine geçebilirsin. Bu çemberlerin dışına çık.”

Sana göstereceğim ülkeye git.” Yani:

“Sen bensin. Senin özün sonsuzdur. Sen Tanrısal’sın.”

 

Bu gerçeği bugün, belki de en derin biçimde,

rehinelikten dönen o kutsal ve kahraman insanlarda görüyoruz.

İki yılın sonunda, tıpkı Yosef gibi, zindandan çıkan bu insanlar —

ailelerine, halkına döndüler.

Onların hikâyelerini dinlediğimizde, kelimeler yetersiz kalıyor.

Çünkü yaşadıkları, insana tarif edilemeyecek bir acıyı,

bir barbarlığı, bir zulmü hatırlatıyor.

Hem fiziksel hem psikolojik olarak —

insan dayanımının sınırlarının ötesinde bir karanlığı yaşadılar. Ve

 yine de…

Yüzlerine baktığında bir ilahi ışık görüyorsun.

Bir açıklık, bir huzur, bir güç.

Ve soruyorsun: “Bunu nerede buldular?

Bu ışık nereden geldi?”


Cevap şu:

Kendilerinin özünde buldular.

Ne çevrelerinden, ne toplumsal koşullardan, ne insanlardan —

doğrudan kendi varlıklarının derinliğinden.

Onlar bize bir şey öğretiyor:

İnsan, sadece beden değildir.

İnsan, sadece toplumun ürünü değildir.

İnsan, sonsuz bir varlıktır.

Tanrısal bir kıvılcımın yansımasıdır.


LEH LEHA


Efraim ÖZŞARDAŞ

 

 

Bir önceki yazımı okudunuz mu?




ree







Yorumlar


Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
WhatsApp Image 2020-09-08 at 20.52.59 (1

İLETİŞİM

Telefon                           :+97236582936
Mail                                :turkisrael@gmail.com

 

KÜNYE

İYT Web Sitesi Künyesi:
Editör                             :Av.Yakup Barokas
Grafik Tasarım              :Şemi Barokas 
                                       Ovi Roditi Gülerşen

© 2018 by Turkisrael.org

bottom of page