top of page

Ah Taksim, vah Taksim…(*)


İstanbul’da üç gün kaldım; galiba izlenimlerimden üç yazı çıkacak. Geçen hafta “Türkiye’de erken seçim ve beyhude umutlar” başlığı altında bir yazı kaleme almıştım. “Kendi seçmeni ile tam bir uyum içinde olan tek aday Recep Tayyip Erdoğan’dır. Bu sebeple farklı beklentileri olanlar beyhude umutlara kapılmasınlar!...” diye de sonuçlandırmıştım yazımı.

Bir yorum; “Yakup Bey her gün aynı şeyi tekrar ediyorsunuz. Galiba çok heyecanlısınız. Merak etmeyin biz sakin ve iyiyiz ve beyhude hayallerde değiliz.”

Yanıtım; “ Bu siyasi bir analiz. Yoksa kimseyi hedef almıyorum.”

Farklı birinden cevaben: “ Bu analizleri başka platformlarda yapın.”

Ladino bir deyim vardır; “Mesklar los pipinos kon las kalavasas” (Salatalık ile kabakları karıştırmak) İçgüdüsel tedirginlik her fırsatta kendini dışa vuruyor. Bizim tek temennimiz herkesin kendi özgür iradesi ile yaşamını sürdürmeyi seçtiği ülkede huzur içinde yaşamasıdır.

Türkiyeli Yahudiler ister Türkiye’de, ister dünyanın farklı bir ülkesinde veya İsrael’de yaşamayı seçmiş olsunlar bir bütünün bölünmez parçasıdırlar, aynı kültürü, aynı geçmişi paylaşırlar.

Sosyal ağlarda aksi doğrultuda sarf edilen her türlü kışkırtıcı, “öteki”leştirici, oradaki/buradaki ayırımını özendirici ifadeleri kınıyorum.

Yazımla ilgili alınganlık gösterilmiş olunması bence yazının yanlış yorumlanmasından kaynaklanmaktadır. Şöyle ki, geçen hafta kaleme aldığım erken seçimler ile ilgili görüşüm sadece üç gün boyunca izlediğim CNN Türk ve diğer televizyon kanallarında haber sonrası yer alan tartışma programlarından, yazılı basından edindiğim izlenimlerin bir sonucudur. Yani bence malumun ilanıdır. xxx

İstanbul’da, Taksim’de bir otelde kaldım. Uzun süredir Taksim ve Beyoğlu’nu görmemiştim. Meydanda, Sular İdaresinin bulunduğu alanda yükselen o heybetli cami sürpriz oldu. İlginç olan İstanbul’da yaşayan pek çok dostumun da bu inşaattan haberlerinin olmamasıydı. Opera binasının yarısı yıkılmış, içim bir cız etti… Bir de düzenleme adına iyicene betonlaşan İstiklal Caddesi… Emek sinemasının yerine açılan alışveriş merkezi…

Otelin resepsiyonunda çalışan Suriyeli, oda servisi yapan Suriyeli, tüm personel Suriyeli. Hafif Arapça bir müzik geliyor kulağa. Dışarı bakıyorum, her yerde Arapça tabelalar.

Meydanda Arap bir müzik grubu hareketli bir şarkı söylüyor, Lübnanlı, Iraklı, Bahrenyli, Ürdünlü, Kuveytli turistler tempo tutuyor ve bu görüntü adım başı tekrarlanıyor.

Kafelerde nargile içenler, Arapça fal bakanlar, yol kenarında kendi lisanlarında bağırıp şakalaşarak şeş beş oynayanlar, Arapça dilenen çocuklar, bir de hayat kadınları. Türkçeyi çat pat konuşan otelin resepsiyon elemanı anlatıyor; Faslı ve Tunuslu bu seks işçileri sadece Arap müşterisi arıyor, Türkçe konuşanlarla pazarlığa girmiyorlarmış.

Doğduğum, yıllar boyu yaşadığım o güzel İstanbul’u arıyorum, bu Ortadoğu kentinde kendimi yabancılaşmış hissediyorum. Galiba en doğrusu Beyoğlu’na uğramamak, o güzelim Boğazı’nda veya hala cazibesini yitirmeyen Nişantaşı’nda dolanmak, turist akımına uğramadığı boş zamanlarında Adalarda gezinmek…

Uçakta geri dönerken dikkatimi çekiyor, yolcular arasında nerede ise İsraelli Yahudi yok gibi; çoğu İsraelli Arap, bir bölümü de Filistinli, Batı Şeria’dan… Anlaşılan onlar da İstanbul’da kendilerini evde gibi rahat hissediyorlar. Yaşadıkları ülkenin, İsrael’in refah düzeyinden onlar da nasiplerini almış. Bavullar dopdolu, özellikle gençler markalı ne varsa yüklenmişler.

Kendi kendime soruyorum, Yehuda ve Shomron’da yaşayan ve komşu hiçbir Arap ülkesinde ulaşamayacakları bir yaşam seviyesine sahip olan bu insanlar gerçekten iki devlet ilkesinden yana mıdırlar?

(*) Başlık Salah Birsel’in 1976 yılında kaleme aldığı “ah Beyoğlu, vah Beyoğlu” adlı kitabından esinlenilmiştir.

Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page