top of page

Search Results

"robert shild" için 310 öge bulundu

  • Bodrum, Balıkçı ve “ihmal…"

    Bundan tam 18 yıl önce, Şalom gazetesindeki “nitelik” köşemdeki bir yazıya şöyle başlamıştım: “Bahar aylarında bir etkinlikte karşılaştığım, cemaatimizin saygııııın bir ha’m’fendisi, Burgazadasında bir-iki saat güneşte oturmam sonucu çabucak kızarmış yüzümü görünce, ‘Ne güzel yanmışsınız – Bodrum’a mı kaçtınız?’ diye sordu. Anlaşılan, bazı çevrelerce sadece Bodrum’a ‘kaçılır’, salt orada yanılırmış... Bu gibi insanlar için o küçük yarımadanın da bir prestij beldesi, bir kült ortamı – veya görmek ve görülmek için akın edilen bir çeşit ‘Olympos’tur, sanki!” Bazı eski dostlarımızı görmek, birinde ise birkaç gün misafir olmak için Eylül ortalarında bu çok yönlü yarımadadaki koyların birinde bir hafta geçirirken, şu güzel deyişi duydum: “İstanbul’un üç yakası var – Avrupa, Asya ve Bodrum…” Gerçekten de öyle – belirli bir çevreden “herkes”, yaz aylarında bir süre oralardadır! “Bodrum olgusu”nun sosyolojik açıdan incelenmiş ve hakkında tezler bile yazılmış olsa gerek… Hiç kuşku götürmez ki, bu yörenin mavi ve yeşiline doyum olmuyor; öte yandan, sevgili bir ağabeyimin dediği gibi, çeşitli koylarındaki “micro climate” de, yaz sıcaklarını hissettirmez – ne var ki, bu yarımadaya akın eden saygııııın olsun, “lumpen” takımından olsun, çoğu halk kesimi için doğa ve iklim sadece bir kulistir, ego ve eros’larını tatmin edebilmek uğruna... Pandemi yazı dahil olmak üzere, iki yıldır uğramadığımız bu koyların yamaçları daha da “beyazlaştı”, ahalisi çoğaldı – ve tabii ki fiyatları da sonsuzluğa doğru “gelişti”. Geceleri iki kişinin 5-6.000 TL’ye ancak doyduğu “in” restoranların kurulduğu sallarda gündüzleri güneşlenen güzel insanlardan yüzen pek kimse olmuyor; arada bir kızgın tenler –“plofff!!!”– suya daldırılıyor, hatunlar daha da string bir bikini çekiyor, eşleri ise cep telefonundan İstanbul’daki iş yerlerine talimat yağdırmayı sürdürüyordu. Akşam olunca, sallar yeniden restoran olana dek çeşitli Anglo-sakson isimli yerlerde “drink”ler alınıyor – ve aynı kısır döngüye devam... 1970 yılında İngilizce “conversation” dersi aldığımız Amerikalı öğretmenimiz, o yılın Bodrum’unu daha önce bulunduğu Hawaii ile kıyaslarken, dünya turizminin gözdesi olan bu takımadaların, Bodrum’un yanında “halt etmiş olduğunu” söylemişti (sahi, “halt” etmenin İngilizcesi neydi?!). Ancak bunu vurgularken, kitle turizminin bu beldeyi keşfedeceği çekincesini de dile getirmişti, adını anımsamadığım, ancak bugün sık sık kulaklarını çınlattığım bu hocamız... Gerçekten de, o dönemin Ege ve Akdeniz kıyı beldelerinde bulunmuş olanlar, Bodrum kasabasında Kale etrafında kümelenmiş yerleşim alanları ile tek-tük pansiyon ve (m)otelleri anımsayacaklardır (nedense, o yıllarda çok daha az kişinin otomobil sahibi olmasına karşın, m(otor)oteller çok daha fazlaydı...). “Bakış ufukları beriledikçe Adalar, sonra kıyıların denizle sarılıp sarmalaşmış kalabalık burunları ve koyları. Bunların ortasında hilal şeklinde iki liman, ortada da kaleyi taşıyan yarımada...” Arkasında “Fiyatı 15 lira” yazan, kitaplığımın bir köşesindeki 1971 Remzi Kitabevi baskılı “Mavi Sürgün” anı kitabında Halikarnas Balıkçısı’nın, Bodrum’u ilk gördüğünde tanımı öyleydi (sf.127). Birkaç sayfa ileride şunları okuyoruz: “Başka bir dünyadayım, apaydın bir dünyada... Pencerelerde saksı saksı, teneke teneke fesleğen, karanfil, şebboy ve başka çiçekler... Açık kapılardan ara sıra avlular görünüyor. Tabandaki geniş kayrak taşlarının aralıkları beyaz badanalı. Deniz rüzgârı serin serin, tuzlu. Beyaz memleket...” (sf.132). 1924 yılında, “kalebent” olarak Bodrum’a sürülen gazeteci Cevar Şakir Kabaağaçlı, “...Büyük İskender’in savaş arabalarından beri tekerler dönmemiş...” yollarından at sırtında indiği bu şirin kıyı kasabasından bugün neler oldu? “Côte d’Azur’ünü de, Cenova ile Dalmaçya kıyılarını da, (...) o anlı şanlı moda plajlarının topunu da Tatar ağası gibi yaya bırakırdı...” diyor Balıkçı, Torba ve diğer çevre koyları hakkında –aynen, “conversation” hocamız gibi!– ve şöyle sürdürüyor gözlemlerini: “Bu cennet gibi kıyılar, amma da ihmal edilmişti böyle!...” (sf.126) Ah Balıkçı, ah – keşke kimseyi uyandırmasaydın da bu “ihmal” halen sürseydi!...

  • İki eski dost ve bir „yeni kuzen“!

    Burgazadası’nın poyrazı, çok sevilir – hele bu yazın ilk aylarında, sıcakları önlemesi açısından hepimize çok iyi geldi. Ne var ki havaların bir anda soğumasıyla, rüzgâr beni kötü vurdu! Bir haftayı geçen inatçı nezlem sürüyor. Ateş yok, Covid testleri negatif çıktı ancak burnum halen akıyor… Yaz nezlesi de hiç çekilmezmiş… Bu gibi durumlarda evden pek çıkmadağımdan, iki eski arkadaşımdan aldığım destek çok iyi geldi... Bunlardan biri Spotify, diğeri de Kindle! Sanırım, çoğunuz sevgili Spotify ile tanışıyorsunuzdur. Çağımızın bir diğer „sonsuzluk“ örneği de odur! Bırakın yeni çıkan müzikleri (örn. değerli arp sanatçısı Şirin Pancaroğlu’nun „The Cry oft he Flamingos“ yorumunu), eskilerini de sürekli olarak dağarına katıyor. Ona da bir örnek: Gençliğimde pek sevdiğim, eski Animals grubunun kurucularından Alan Price’in 1966 yapımı „The Price to Play“ albümünü 2-3 yıl önce Spotify’da aradığımda, bulamamıştım. Geçenlerde bir daha baktığımda, koymuşlardı! Son günlerde, gene o yılların sanatçıları olan The Mamas and Papas, Lovin’ Spoonful ve Barry McGuire ile ne biçim hasret giderdim! Öte yandan, gene aynı kaynaktan nice ilginç sözel Podcast ile baş başa son derece keyifli saatler geçirebiliyorsunuz! Diğer dostum olan Kindle de bir çeşit „sonsuzluk“ sunuyor: Son yıllarda baskıya girmiş, çeşitli dillerdeki nice kitapları içerdiği gibi, tüm klasikleri karşılıksız, birçok eski kitabı da oldukça düşük fiyata anında ekranınıza getirebiliyorsunuz. “Anında”ya da küçük bir örnek: Geçtiğimiz yıl Yeruşalayim’deki Ticho Müzesi’ni gezmiştik: Göz doktoru Albert Ticho’nun alt katta hastalarına baktığı, üst katta ise ressam olan eşi Anna ile 1920-1950 yılları arasında birlikte oturdukları eski villa, şimdi bir sanat galerisine dönüştürülmüş… Akşam otele dönerken bu ilginç çifti internette biraz araştırdığımda, Amerikalı meslektaşı Dr. David Reifler’in kaleme aldığı “The Days of Ticho - Empire, Mandate, Medicine and Art in the Holy Land” başlıklı, son derece ilginç kitabı buldum ve hemen Kindle’ıma indirdim. İşte buyrun size “anında görüntü”! *** Evde geçirdiğim günlerde yazlık kütüphanemizin bir köşesinde, yıllar önce alınmış ancak nedense gözden kaçmış bir kitaba rastladım; 2008’de Gözlem’de yayımlanmış olan Tolya Filiz’in “İstanbul, seni hiç terk etmedim ki…” başlıklı anılarına. Kapağında alımlı bir Büyükada resmi olan bu kitaptan aldığım keyfi tarif edemiyorum! Üç yaş büyüğüm olan yazarın, benim de çocukluğumla gençliğimi yaşadığım Ellilerin/Altmışların Ayaspaşa, Beyoğlu, Alman Lisesi, Kantor Szaposhnik’li Aşkenaz Sinagogu’yla, Büyükada’sında yeniden gezindim, Tolya’nın andığı birçok olayı yeniden yaşamış gibi oldum. Haa – bir de yeni keşfettim ki, dayısı Mimar Elyo Ventura, babamın kuzini Diana Sigalla ile evliymiş! Baskısı tükenmiş olan bu kitabı sahaflardan veya bir dostunuzdan edinin, okuyun, derim…

  • „Realpolitik“ ve ötesi…

    İlgiyle izlediğim Jerusalem Post gazetesi kalemlerinden Seth J.Frantzman’ın 26 Ağustos tarihinde yayımlanan bir değerlendirmesi, „Israel-Turkey relations are back, but will they last?“ (Israel-Türkiye ilişkileri yeniden başladı, ancak ömürleri ne olacak?) başlığını taşıyordu. Çok yerinde bir sorudur bu – özellikle Ankara tarafından hoş görülen Hamas’ın Türkiye‘deki geleceği sorunsalı; iki yıl önce Israel ile barış antlaşmaları imzalamış BAE ile siyasal ilişkilere son verileceği konusundaki resmi açıklamalar; keza „Kudüs’ün kurtarılacağı“ veya Israel Devletini „Nazi Almaya’sına benzetme“ söylemleri gibi kamuoyuna yansımış olguların daha çok „taze“ olması karşılığında… Tüm bunlar ile daha birçok ikilemin ışığında olsa gerek, Frantzman aynı yazısında Türkiye yönetiminin Israel’e yönelik davranışlarını „erratic“ (= düzensiz, değişken) olarak değerlendiriyor! Dahası, bu yeni yaklaşımlarını, sadece birkaç ay kalmış Israel seçimleriyle ilişkilendiriyor. Şöyle ki, yeni (hele Netanyahu’nun başında olabileceği) bir yönetimin, Türkiye’ye karşı bu denli „açık“ davranmayacağının kestirildiğini savlıyor Seth Franzman. Bu yorum ve değerlendirmelerin yanı sıra, Medyascope portalının Dış Haberler Editörü Senem Görür ile 22 Ağustos tarihinde yaptığı söyleşide ( https://www.youtube.com/watch?v=NcI_8W_caAo ), değerli akademisyen kardeşim Dr. Hay Eytan Kohen Yanarocak’ın dile getirdiklerine kısaca değinmek isterim… „Seçim yatırımı mı, sıcak para arayışı mı: İsrail ile normalleşme kararı Erdoğan'a ne kazandırır?“ başlığı altında yayımlanan, 33 dakika süreli bu görüşmede „ekonomik zafiyet“/„Körfez ülkeleriyle Arap Yarımadası’ndan gelebilecek sıcak para“/„Iran’a fren“/„güvenlikte işbirliği“/„doğal gaz boru hattı“ gibi konular ayrıntılı biçimde irdelendi, ayrıca „Washington’un yolu Kudüs üzerinden geçer” ön yargısı bile dile getirildi. Karşılıklı atanacak olan büyükelçiler sorunsalıyla da birlikte tartışılmış olan bu konulara burada değinmem, yazımızın amacıyla boyutunu aşar – ancak öncelikle üzerinde durmak istediğim, sevgili Eytan kardeşimin altını çizdiği şu tümcedir: „Türkiye, bana kalırsa son derece doğru bir karar alıp, kendi ulusal menfaatini maksimize etmek için gerekli esnekliği gösterip şu anda siyasetini başta sona değiştiriyor…” Bu çok gerçekçi bir saptamadır – ancak Dr. Yanarocak gibi bir siyaset bilimci, “esneklik” tanımının yanı sıra çocuğun tam adını koyup, Realpolitik sözcüğünü niye dile getirmiyor acaba? Peki, nedir „Realpolitik”? Anımsamayanlar için, gene en yalın açıklamaları getiren Wikipedia’yı yardıma çağıralım: “Realpolitik, herhangi bir ideale veya kurama bağlanmaksızın tamamıyla mevcut gerçeklere uyum sağlayarak amaçlarını gerçekleştirmeye çalışmak anlamında kullanılan Almanca terimdir. Bu sözcük, bir dış politika kavramı olarak İngilizce ve Türkçe de dahil olmak üzere tüm dillere geçmiştir. (…) Bu politikayı uygulayanlar kendi ülkelerinin çıkarlarını amansızca korurlar ve karşılarındakilerden de bunu beklerler. (…) Realpolitik, güçlü devletlerin politikası olmanın yanı sıra, iç kamuoyu (örn. insan hakları örgütleri, yeşiller vb. – ve tabii ki basın!) baskısından da uzak olmayı gerektiren bir politika türüdür…” Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu yolu yeğleyerek Machiavelli, Bismarck veya Kissinger/Nixon gibi ünlü düşünür ve devlet adamlarının izinden gitmekle, hiç kuşkusuz “doğru bir karar” (H.E.Yanarocak) vermiştir. Ne var ki, “Realpolitik” kavramını biraz daha irdeledikçe, büyük Alman düşünür, sosyolog ve siyaset bilimcisi Max Weber’in (1864-1920) konu ile ilgili bazı çıkarımlarına rastlıyoruz… Şöyle ki, siyasetçilerin kararları, ya Töresel (=Ahlâki) İnanç Etiği (“Gesinnungsethik”) veya Sorumluluk Etiği (“Verantwortungsethik”) ışığında oluşur. Weber’e göre bunların ilki, söz konusu toplumun gelenek, görenek ve töreleriyle olağan/öğretilmiş alışkılarını içererek, yetkili kişinin aldığı kararların temellerini oluşturur. Diğer etik türü ise, töresel/alışılagelmiş normlardan daha çok somut siyasi gelişme ve durumlardan etkilenen yetkili kişinin öznel bilgi ve isteklerinden kaynaklanıyor ki, aldığı ve uyguladığı kişisel kararlar, haliyle belli bir sorumluluk içerir. – Öte yandan, Max Weber’in ("Meslek Olarak Politika" yazısındaki) kendi sözleriyle „Birbirlerinin karşıtı gibi görülen bu iki dürtüden ‘Töresel İnanç Etiği’ sorumluluktan kaçmayı içermediği gibi, ‘Sorumluluk Etiği’nin de gelenek ve töreleri tamamen boşladığı söz konusu olamaz.” Kafanızı karıştırdıysam, affola :)

  • “Paşabahçe” gemisi – ve “ırkçılık” hakkında…

    Hafta sonunda Mozotros yazışma grubunun değerli moderatörü Moşe Gormez, 1952 İtalya yapımı Paşabahçe vapurunun İBB tarafından yenilenmesi konusunda şu ilginç link’i paylaştı: Bu videoda İstanbul Şehir Hatları Genel Müdürü Sinem Dedetaş’ın Başkan İmamoğlu’nu, tepeden tırnağa yenilenmekle birlikte dış görünümü aynı bırakılan gemiyi gezdirdiğini izliyor, yeniden Adalar Hattı’nda çalıştırılacağını öğreniyoruz. Geçen yıl yayımlanan Burgazadası kitabımdan aktarıyorum: 1953 yılında hizmete girmiş olan İŞH’nın İngiliz yapımı Dolmabahçe ve Fenerbahçe vapurları, Adalar ve Yalova “ekspres” seferleri ile Büyükada’ya bir saatte varabiliyorlardı. Bu büyük boyutlu kardeş gemilerin üst güvertesindeki “kış bahçesi” adı verilen hasır koltukların bulunduğu salonda, akşam içkinizi alabileceğiniz bar yer alırdı. Bacanın arka kısmında, yolcular için tek kişilik rahat koltukların bulunduğu bir açık güverte vardı. Anlaşılıyor ki, saatte 17-18 mil hız ile yapılan bu rahat yolculuk, gündüzlerini şehirde çalışmakla geçiren erkekler için ada yazlığı döneminin bir çeşit “bonus”unu oluşturuyordu! Anlatıldığı kadarıyla, kimi dost grupları 18:30 vapuruna binmeden Eminönü’nde edindikleri kuru mezeler ile vapurda kurulan içki sofrasını öylesine donatıyorlarmış ki, o bir saatlik ada yolculuğu şıp diye geçiveriyormuş! Yolcuların arasında dolaşan “tombalacı”, sepetinde sergilediği canlı ıstakoz veya kaçak viski şişeleri için şans numaraları satıyor, vapur ilk adaya yanaşmadan çekilişi yaparak kazanan numarayı çabucak ilan ediyordu… Bu iki gemiden bir yıl önce hizmete girmiş, benzer boyutları ve özellikleri olan, İtalya’nın tarihi Taranto tersanesinden çıkma Paşabahçe ile birlikte o üç “bahçe vapuru”, 1990’lı yıllara değin aynı görevi sürdürdü. Ada seferlerini devam ettiren diğer Şehir Hatları gemilerinde bar servisi ve imece türü çilingir sofrası alışkanlığı sürmemişse de, tombala göreneği daha uzun yıllar devam edecekti.” Şimdi o da yitirildi – zira ada vapurlarının aşırı kalabalığında, tombalacıya veya eskiden pek sevilen seyyar satıcılara geçecek yer bile zor kalıyor!.. Ancak gene de, eğer bu yaz/güz aylarına yetişecekse, Paşabahçe gemisi ile nostaljik bir ada yolculuğu yapmanızı öneririm… ***** “Irkçılık” tanımının neleri içerdiğini, bu köşenin okurları bilir kuşkusuz… Öte yandan, belki tam farkında olmayanlar için, herkesin anlayabileceği düzeyde yazılmış Wikipedia’dan şu alıntıyı paylaşmak isterim: “Irkçılık genel olarak çeşitli insan ırkları arasındaki biyolojik farklılıkların kültürel veya bireysel meseleleri de tayin etmesi gerektiğine ve doğal sebeplerle bir ırkın (çoğunlukla kendi ırkının) diğerlerinden üstün olduğuna ve diğerlerine hükmetmeye hakkı olduğuna duyulan inanç veya bu değerleri kabul eden doktrindir. Ortaya çıkış nedenleri arasında çoğunlukla ekonomik nedenleri olması yanı sıra düşünsel nedenlere de dayanmaktadır.”, ayrıca “Irkçılık terimi çoğunlukla, kendi etnik kültür değerlerini tek kriter olarak belirlemek (etnik merkeziyetçilik), farklılık korkusu (zenofobi), ırklar arasında birleşmelere ve ilişkilere karşıtlık ve milliyetçilik gibi kavramları da anlatıyor olabilir. Irkçılık; sosyal ayrımcılığı, ırklar arasında fark gözetilmesini ve soykırıma kadar varabilen şiddeti haklı göstermektedir.” (Bu tanımın bir bölümü, D.M.Newman’ın 2011’de Pine Forge Press’de yayımlanmış “Sociology: Exploring the Architecture of Everyday Life” kitabının 9. baskısından alınmıştır) Bu konuyu buraya şimdi niye getirdim? Çünkü bundan iki hafta önce bu köşede yayımlanmış olan “Şu terbiyesize bak!” başlıklı yazım, mesajını anlayamamış veya en azından yanlış anlamak istemiş bazı kişilerce “ırkçı” olarak nitelendirilip (kimilerince “şiddetle” bile!) “kınandı”… Dahası – bir okur, bu yazıdaki tutumumu Yahudiliğe “aykırı” bulduğunu öne sürüyor!! Allah aşkına – siz bu yazımı eğer okumamışsanız, bir göz atıp bu savların doğruluğunu sınayın lütfen! İlginçtir ki, şu ana dek o köşe yazısı IYT portalında 1278 kez okunmuş ve andığım o birkaç “dost”un dışında hiçbir okur tarafınca “ırkçı” bulunmamıştı. Neden mi? Çünkü bu yazının asal amacı, Türkiye’nin gittikçe “Araplaştığı”nı tartışan halk kesimlerinin birbirlerinden farklı düşüncelerini değişik bir yazı biçemiyle “ti”ye almaktı…

  • “Şu terbiyesize bak!..”

    Milliyetçi-muhafazakâr yazar Mehmet Şevket Eygi, kurucusu olduğu “Bugün” gazetesinde 1960’ların sonlarına doğru, özellikle Sultanahmet bölgesinde gözüne çarpan yabancı Beatnik/Hippie‘leri hedef alan bir yazısında, Türkiye’nin artık İslam aleminden turist çekmek için elinden geleni yapmasını önermişti… Gel zaman, git zaman – bu çağrıdan elli yıl sonra, üstadın arzusu yerine geldi! 2022 ilk yarı yılının turist istatistikleri henüz yayımlanmamış olmakla birlikte, Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul İl Müdürlüğü verilerine göre yılın ilk çeyreğinde (Ocak-Mart) İstanbul’a gelen beş yabancı ziyaretçiden biri (yani bu üç ay içerisinde İstanbul’u ziyaret etmiş olan toplam 2.904.460 turist arasında 583.588 kişi), Arap ülkelerinden geliyor… Bu oran, 2010 yılında yüzde 10 iken, her yıl biraz daha artarak 2018 ve 2019’da yüzde 25’lere yükselmiş; pandemi dolayısıyla 2020’de yüzde 19’a, 2021’de ise yüzde 14’e kadar gerilemişken, 2022’nin ilk üç aylık döneminde yeniden yükselişe geçerek yüzde 20’ye çıkmıştır. Dini bayramlar gelip turizm sezonu ilerlerken, bu değerli Arap kardeşlerimizin İstanbul’umuzu daha da renklendirdiği görülüyor. Bu güzel gelişme, özellikle Marmara adalarında kendini çarpıcı biçimde gösteriyor. Şehir Hatları’nın da yılmayan çabalarıyla, son bayramda özellikle Büyükada esnafının yüzü gülmüş, keza tüm adalarımızda “ekonominin tıkırına” girdiği, yerli halkın bile bu canlılıktan nasibini aldığı gözlemlendi (ve de, çağımızın yeni sözcüğüyle, „görüntülendi“!). Aynı ekonomik patlama, ana karada da gözleniyor: Birer kopya olan „sinye“ çanta veya giysiler, eski „sosyete pazarı“nda yerel halk tarafınca pek pahalı bulunduğundan tezgâhlarda kalırken, aynı markaların gerçek olanlarını satan dükkânların önünde Arap kökenli konuklarımız uzun sıralar oluşturuyor! Bazı piyasalarda kimi ürünlerin fiyatları nakit olarak daha uygun olduğundan, sokaklardaki „bankamatik“lerde zaman zaman para kalmadığı görülüyor – Büyükada’nın fırınlarında bayram tatilinin bir gününde ekmek kalmadığı gibi (gerçi bu olgu bazı ekonomistler tarafından, o hafta boyunca toplu taşımacılığın bedelsiz olmasına bağlanmaktadır). Hadi turizm bir yana – son yıllarda İstanbul’da konut edinerek kentin birçok bölgesine yerleşen binlerce Arap kökenli vatandaşın da bulunduğu biliniyor – ki onların bir bölümü, TC vatandaşı da olmak hevesindedir… Bu güzel kentimizde yaşamanın onlara kendi ülkelerinden daha ucuz ve rahat bir yer sağlaması, burayı yeğlemelerine neden oluyor. Böylece kentin çehresi, bu yerleşimcilerin alışkanlıkları doğrultusunda yavaş yavaş değişmeye başlıyor – dahası, bir gözlemcinin deyişiyle, „Türklerin ‘kendi medeniyetlerinin merkezi‘ olarak gördükleri kent, gittikçe farklı bir medeniyete kucak açıyor…“ …ve yıllar geçtikçe bunu artık bir zenginlik saymaktan çok, geleceğe yönelik bir “tehdit” olarak yorumlayanlar hızla çoğalmakta! Öte yandan, daha geçen hafta Trabzon’da önce bir milletvekili meydanlara çıkıp bu olumsuz tutumu sergileyen kişileri „bir avuç kötü ve art niyetli ırkçı“ diye nitelendirmiş, ardından ise kentin Valisiyle Belediye Başkanı, turizmci, emlakçı ve esnaflara önemli gelirler sağlayan Arap kökenli kişileri hor gören vatandaşları kınamıştır. Belki de haklıdırlar kendilerince!.. Bakın, bana geçenlerde anlatılan şu olayı siz de kınamaz mısınız? Bir dostum vapurla adaya gidiyordu; karşısına da, gözleri dışında her tarafı karalara bürünmüş bir kadınla, şort ve kolsuz bir t-şört giymiş eşi oturmuştu… Derken, kolları ve boynu dövmeli, kulaklarının her tarafında birçok küpesi bulunan bir genç kız onlara yaklaşmış ve kadına yönelttiği „Do you speak English?“ sorusuna olumlu yanıt alınca, „Kocanızdan şikâyetçiyim – neredeyse her tarafı görünen atletik bedeniyle beni cinsel olarak tahrik ediyor!“ diye sitem etmiş. Arap kökenli turistler donakalmış, ne diyeceklerini şaşırmışlar… Genç kız, „Toplum içine böyle çıkmayın, kadınlara rahatsızlık veriyorsunuz!“ diyerek uzaklaşmış, yolcuların bir bölümü kahkahalara boğulmuş, bazıları ise hoşnutsuzluklarını dile getirmiş… Bu ne terbiyesizliktir, efendim! Para getirip, eskilerin belirttiği gibi „ahlâk götürmeyen“ bu turistlere böyle davranılır mı hiç? Güzel, serin ve de dingin yazlar sizlere…

  • Üç ateş – ve bir müjde…

    Çoğumuz farkında değildir belki – ancak 10 Mayıs 2023 gününde, tam 90 yıl önce meydana gelmiş ve Nazi döneminin, kendi gözlemlerime göre üç belirleyici ateşin ikincisinin yer aldığı, tarihe geçmiş kapkara bir olayı anıyoruz… “10 Mayıs 1933 akşamı, Berlin Opera Alanı: Tam orta yerde dev bir ateş, alevler gecenin karanlığına yükseliyor. Çevresinde toplanmış insanlar keyifli... Aralarında öğrencileriyle gelmiş sayısız üniversite profesörü de var. Kucaklar dolusu, çantalar içinde, sırt torbalarında, bisiklet sepetlerinde, hatta el arabalarına doldurulmuş yığınla kitap taşıyorlar ateşin yakıldığı alana. Az öteye tezgâh kurmuş seyyar satıcılar kızartılmış sosisler, bira, şekerleme, çikolata satıyor. Ellerinde büyük meşaleler üniformalı kızlar insanların arasında dolaşıp duruyor. Az sonra kamyonlar ateşin yanına yaklaşıyor. Kapaklar açılıyor. Kahverengi gömlekli üniversite gençleri kamyonlardan aldıkları binlerce kitabı ateşe fırlatıyor. Kara suratlı üniformalılar, tasmalarından zor tuttukları kurt köpekleri yanlarında, olup biteni dikkatle izliyor.” Bu satırları, yazar/çevirmen/fotoğraf sanatçısı, değerli dostum Ahmed Arpad’ın izniyle, Almanya’da yayımlanan Toplum dergisinin geçtiğimiz Pazar günkü yazısından alıntılıyorum. Arpad, şöyle sürdürüyor yazısını: “O gece Alman dilini, kültür ve edebiyatını yüzyıllar boyu onurlandırmış edebiyatçıların, düşünür ve sanatçıların yapıtları büyük ateşte yanıyor, kül oluyor! Kitap yakma eylemleri 10 Mayıs'tan sonraki aylarda da sürdü. Hitler Gençliği ve eğitim müdürlükleri Almanya'nın tam doksan kentinde yüz iki yakma eylemi düzenledi. Almanya'nın yirmi bir üniversite kentinde üç yüzün üzerinde edebiyatçının, filozofun, bilim adamının ve politik yazarın yapıtları ateşlerde kül oldu. (…) Kitaplar yanarken sadece Nazi subayları nutuklar atmıyordu. Profesörler de heyecanla: ‘Giderek artan Marksist girişimler, yıkım getiren Yahudi ruhu Almanya'yı tehdit ediyor’, diye binlerce insana sesleniyordu.” Bu entelektüalizmin kıyımı, Alman yazarlarından H.Heine, S.Zweig, B.Brecht gibi isimlerle Yahudi düşünür veya bilim adamlarından örneğin K.Marx ve S.Freud’u, keza dünya edebiyatından E.Hemingway, J.London, M.Gorki’yi kapsıyordu. Her biri hümanist, yenilikçi ve ileri görüşlü aydınlardı – o denli ki, Yahudi asıllı büyük Alman ozanı Heinrich Heine’nin 1824 yılında kaleme aldığı "Bugün kitapların yakıldığı yerde, yarın insanlar da yakılır" cümlesi tarihe geçmiştir… Keza, Hitler’in şansölye (başbakan) olarak atanmasından bir ay sonra ve kitapların yakıldığı tarihten iki buçuk ay önce, Nazi döneminin ilk büyük ateşi, Alman parlamentosunun toplandığı Reichstag binasında 27 Şubat 1933 akşamı çıkmış olan yangındır. NSDAP’nin en büyük rakibi olan Almanya Komünist Partisi üyelerinin bu yangını çıkaranlar olarak gösterilerek yargılanmış olmalarına karşın, asıl kundakçıların Hitler yandaşlarının olduğu daha sonra açığa çıkacaktı! Ya üçüncü ateş? Onun yakılması için tam 12 yıl geçmeliydi… Bu arada Almanya’nın neredeyse her büyük kentinde, düşman uçaklarının attığı bombaların neden olduğu sayısız yangın çıkacak, ölüm kamplarında katledilen milyonlaraca Yahudinin son bulduğu krematoryumlarda nice ateşler yanacaktı… Ancak tüm bunları bitiren ateş, sevgilisi Eva Braun ile birlikte intihar eden Hitler’in cesedinin yardakçıları tarafından alevlere verilmesiyle oluştu… Aydınlatıcı ve düşündürücü yazısını şöyle noktalıyor Arpad dostum: “Kitap, diktatörlerin, baskı yönetimlerinin korkulu düşüdür, örümcekli kafalar için karabasanların en korkuncudur. Çünkü kitap, bütün işkencelerden, zindanlardan, her türlü silahtan daha güçlüdür. İnsanlık tarihinde kitaptan nefret eden, kitabı yasaklayan, yakan çarpık politika önderleri hep görülmüştür. (…) Düşünce özgürlüğüne baskı, uygulandığı ülkenin sınırlarını kolayca aşar, başka toplumlara da sıçrar. Bireye baskı yapan, onu düşüncesinden dolayı zindana atan çıkar çevreleri her zaman ve her ülkede vardır.” (Yahudi soykırımına da geniş yer veren bu yazının tamamını okumak isteyenler için: https://www.facebook.com/296410634047470/photos/a.296417290713471/1891475961207588/ ) *** Genizlerimizi yakmış olan bu acı yazıyı noktaladıktan sonra, güzel bir gelişmeden söz etmek istedim: Geçtiğimiz Pazar akşamı iki ilginç sunum ile gerçekleşmiş olan B’nei B’rith toplantısından önce, salonun girişinde kurulu bir masada, İsrail’deki Türkiyeliler Birliği’nin burs fonunun yararına bir kitap satılıyordu… Bu olgu, aslen aynı ana amaca (ihtiyacı olan çocuklara burs sağlamaya) hizmet eden iki yardımsever kurumun ortak dayanışmasının bir örneğiydi. Çoktandır özlemini duyduğum(uz) bu birlikteliğin önümüzdeki dönemlerde de sürmesini içtenlikle ümit ederim…

  • İstanbul Mektubu…

    Dokuz aylık bir ayrılıktan sonra, İstanbul’u “hoş bulduk” (mu dersiniz?)… Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan Bostancı’ya doğru giderken (45 dakika süren taksi yolculuğu için 200 TL, İsrail’de aynı uzaklık için 200 NIS ödeniyor!), her çeşit kübik biçimde, kimileri 30 katlı nice yeni binadan geçiyoruz, sağlı-sollu… Bu açıdan bakıldığında, Timur Selçuk’un bir şarkısında dediği gibi “ekonomi tıkırrrında” olmalı, aslında! Bostancı-Burgazadası motoruna binmeden, geçen seneden kalma İstanbulkart’ım turnikede “eksik bakiye” ikazını gösteriyor, motorun kalkmasına da bir dakika kalmış – ve bunun üzerine oradaki görevli “tamam abi, yandan geçiver” demesin mi?! Emin olun, bunu Türkiye dışında hiç bir ülkede göremezsiniz!.. Adaya yaklaştıkça, huzur artıyor; Kınalı’ya uğradıktan sonra motor daha da tenhalaşıyor – ve 10 dakikada İstanbul metropolünün sadece bir saat açıklarındaki “cennet”imize varıyoruz. Bizi iskelede bekleyen “yük bölüğü”nden dostumuzun elektrikli aracıyla evimize varıyoruz, valizler yukarıya taşınıyor (bu hizmetler de 200 TL!); terasın kapılarını açıyoruz ve işte karşımızda Kaşık Adası, onun ilerisinde Heybeliada’nın iki heybesi – karşı tarafta ise rengârenk bir gerdanlık gibi parlayan Bostancı-Kartal sahil yolu… Sabah uyandığımızda, karşıdaki “gerdanlık” bu kez çirkin mi çirkin bir beton ormanına dönüşmüş – çocukluğumuzun o yemyeşil Yakacık tepesinin, bugün Ataşehir olmuş Kayışdağı’nın arkasından güneş doğmuş bile. İstanbul’un 16 milyonluk nüfusu uyanmış ve harekete geçmiş – çok şükür ki, ana arterlerdeki trafik gürültüsü adalara kadar gelmiyor! Yıldan yıla çirkinleşen kenti özledim desem, yalan olurdu – ancak Müzik ve ardından gelen Caz Festivali’nin neredeyse tümünü kaçırdığımıza üzülüyoruz – salt Burgaz tütüyor burunlarımızda kış ve bahar ayları boyunca… Caz Festivali’nin son konserine davetli olduğumuzdan, o akşamın gününü İstanbul’daki bazı dost ziyaretleriyle diş hekimi kontrolüne ayırdık. Mecburiyetten metroyu da kullanırken, bazı gözlemlerde bulundum: Sekizer kişilik sağlı-sollu oturma gruplarının hemen hepsinde ancak ikişer kişi maske kullanıyordu, yani nüfusun dörtte biri gibi… Çok mu zordur maske takmak – dahası, Covid vakalarının yeniden yükselişe geçtiği bu dönemde, maske zorunluluğunu getirmek, önümüzdeki seçimde oy kaybına mı yol açacak?! Kimi halktaki cehalet, gerçekten çok kötü bir şey! Ortaköy’de Arap oranının en düşük olduğu House Café’de, sularında kefal balıklarının cirit attığı Boğaz’ın hemen yanı başındaki bir masada ufak tefek bir şeyler yedik, içtik. Türkiye standartları için yüksek sayılan ödediğimiz hesaba (takribi 100 NIS’e), Tel-Aviv’de ancak bir hamburger ısmarlayabilirsiniz! Ve gerçekten, bu yıl İstanbul’un her yerinde karşılaştığınız fiyatları görünce, geçtiğimiz yaz aylarına göre önce “şok” geçiriyor, ardından ise “İsrail’e kıyasla ne kadar da ucuzmuş” diyorsunuz. Yolda yürürken, karşılaştığımız genç kızların küçümsenmeyecek bir bölümünde bustière giyenler gözümüze çarpıyor. Demek ki her şeye rağmen, örneğin geçen yıl otobüste şort giyen bir kızın tekmelenmesine karşın, rahatlatıcı bazı gelişmeler de yok değil anlaşılan… Ve – günün doruğu, Harbiye Açık Hava Sahnesi’ndeki Caz Festivali Kapanış Konseri! Uzun süre bu mekâna uğramadığımızdan, nostalji dolu hislerle sağımıza, solumuza bakınıyoruz: Soft jazz’ı yeğleyen ve torch songs türünde besteleri olan Melody Gardot’u dinlemeye gelenler arasında 68 kuşağı, yani bizim yaşlarımızdakiler ağır basıyor… Nereye baksan, tabiri caizse, “(bem)beyaz Türkler”! Aralarında gençler de yok değil; dört kişilik grubuyla Brezilya ritimlerine de sık sık yer veren çekici alto sesli Gardot’u belli ki büyük keyifle dinliyorlar. Biz de aynı sanatçıyı, gene aynı festivalde ancak değişik bir konsept ile 2009 yılındaki Esma Sultan Yalısı‘ndaki konserinden anımsıyoruz… Grubun piyanisti ve müzik yönetmeni, Brezilya’nın ünlü gitar sanatçısı Baden Powell de Aquino’nun oğlu Philippe Powell, geçtiğimiz aylarda Melody Gardot ile kaydettiği “Entre eux deux” albümüne birkaç bestesi ve bazı şarkılara vokalleriyle katılmış olup bu yeteneğini de, özellikle yeni albümlerini tanıttıkları konser boyunca sergiliyor; isimlerini anımsamadığım saksafon ve flüt virtüözü izleyicilerin sanki ruhlarına üflüyor, vurmalı çalgılar sanatçısı ise herkesi coşturuyor – tek kelime ile olağanüstü bir kapanış konseriydi! Bakalım, İstanbul’da daha neler göreceğiz…

  • Yazarımız Dr.Robert Schild NTV televizyonundaydı

    Robert Schild’in geliştirdiği bir proje sonucu, İzmirli tarihçi Dr. kültür-sanat programına Bora ile Schild konuk olup, bu kitabın yanında Dr. Schild’in kaleme almış olduğu “Savunmanın Son Çaresi: Gülmek – Aşkenaz Mizahında Gezintiler” başlıklı

  • Birkaç çağrı…

    Bundan iki yıl önce bu sitemizde bir kitap köşesi oluşturmuştuk. O tarihten bu yana, IYT yazarlarından 10 değerli arkadaşımız, okudukları kitapları iki haftada bir tanıtmayı sürdürüyor ve bu yazıları, “Yazarlar” bölümünün altında bulunan “Kitap Kurdu” başlığı altında yayımlanır… https://www.turkisrael.org.il/copy-of-kavram Bugüne dek toplam yüz adede ulaşmak üzereyiz. Bu seçki, roman ve öyküler içerdiği gibi, kurgu dışı kitapları da kapsıyor ve aralarında yeni veya okunması önerilen daha eski yapıtlar da var. Bu bağlamda iki yıl önce bu köşemde yayımlanan bir yazımda şöyle bir çağrıda bulunmuştum: (…) okurlarımızdan da bu kervana katılmak isteyenler olabilir. Bunun herhangi bir süreklilik zorunluluğu ve gereği de yoktur elbet – diyelim ki, çok hoşunuza gitmiş bir kitap okudunuz (Türkçe, İbranice veya İngilizce olabilir), onu okurlara tanıtmak için bize haber verin; size yazarlarımızın “iki haftada bir”inin arasında severek yer buluruz! Bunun için “yazar” olmanıza gerek yok – biraz düzgünce kaleme almış olduğunuz yazınızın redaksiyonunu yapar, “okurlardan bir ses” köşesi olarak yayınlarız... Değerli arkadaşlar – üzülerek (ve birazcık da utanarak!) belirtmem gerekiyor ki, o günden bu yana böyle bir talep ile hiç karşılaşmadık, ancak umudumuzu halen yitirmedik… Şurası kesindir ki Türkiye’de okuma alışkanlığı, halen çok gerilerdedir. Bunun bir nedenini, değerli akademisyen Prof. Hasan Bülent Kahraman, “Kültür tarihi affetmez” isimli kitabında, “...Türkiye’de tam anlamıyla kilitlenmiş...” lise eğitimindeki eksikliklere bağlıyor, “çünkü ana amaç belli problem kalıplarını ezberlemek, belirli bir bilgi stoğuna sahip olmak ve bazı teknik becerileri geliştirerek üniversite sınavında başarılı olmak”tır. Bunun dışında kanımca diğer bir neden, Türkiye’deki kütüphanelerin azlığı olsa gerek. Avrupa, ABD ve Japonya gibi bazı Uzakdoğu ülkelerinde, keza İsrael’in en küçük belediyesi bünyesinde bile halk kütüphanelerine rastlıyoruz. Üçüncü neden ise, aile ocağı içindeki tutumdur: Çocuklar, anne-babalarının ellerinde kitap görmedikçe, evdeki okuma alışkanlığının bilincine varmazlar elbette!.. İlk iki nedenin İsrael’de bulunmadığını belirtmekte gerek yoktur sanırım. Burada okuma alışkanlığı daha ilk okul çocuklarına aşılanmaya başlanıyor – her ne kadar geçtiğimiz yüzyılların Avrupa Yahudi toplumlarında olduğu gibi, Tora eğitimi küçük yaştan zorunlu olmasa da!.. Öte yandan unutmamak gerekir ki Yahudi halkı, dünya çapındaki kültürel önderliğini bu tür heder’lerde küçükleri okutmaya başlayan more’lere borçludur. Ama biz konumuza dönelim… Özellikle çocukları burada doğmuş, Türkçeyi güzel konuşan ve yakın geçmişte aliya yapmış olan ebeveynlere ikili bir görev düşmektedir: Her şeyden önce, çocuklarını/torunlarını daha çok küçük yaşlardayken okumaya özendirmek, alıştırmak... Diğeri ise, Türkçeyi de öğrenmelerini sağlamaktır. “Bir lisan, bir insandır” söylemini biraz abartılı bulsam da, değişik kültürleri algılamak ve anlamak için en doğru yol, o ortamların dillerini bilmek değil midir? İşte bu bağlamda iki çağrı daha yapmak istiyorum, bu yazıyı noktalarken: İlki,Türkiye’yi değişik nedenlerle ziyaret eden gençlerimizin, orada son yıllarda yayımlanmış bulunan küçük ve ergen çocuklara yönelik nitelikli kitaplardan edinip, kurabilecekleri bir “havuz” aracılığı ile bunları çocuklar arası takas ettirmeleridir. Diğeri ise, bu uğraşıya gönül bağlamış olan anne veya babaların, “Kitap Kurdu” portalımızda bu kitapları da tanıtmasıdır. Çok şey mi istiyorum, değerli okurlar? – Olabilir, ancak sizden çekinmeden bir arzuda daha bulunayım: Belki günün birinde, IYT’nin diğer bir hizmeti olan kitap edinme sayfası’nda https://www.turkisrael.org.il/iyt-kitap bazı çocuk kitapları da satışa sunulur!

  • Stefan Zweig’ınVeda Mektubu

    Dergimizin eski yazarlarından, 2017’den bu yana yurt dışında yaşamakta olan Dr.Robert Schild’in geçtiğimiz Bu öykülerde değişik bir türü deneyen Robert Schild, kısmen kendi başından geçmiş veya bazı tarihî olaylardan

  • Site yazarımız Dr.Robert Schild iki konferans için Berlin’deydi

    Sitemizin yazarlarından Dr.Robert Schild, geçtiğimiz hafta içinde Berlin'de iki konferans verdi.

  • Zoom'da caz formatında Yahudi Melodileri

    Sitemizin yazarlarından Robert Schild, Japonya’da oturmakta olan arkadaşı caz piyanisti Selim Benba ile “Ose Şalom”, “Der Rebbe Elimeleh” ve “Over the Rainbow” gibi toplam 12 şarkının öyküsünü de Robert arkadaşımızdan

bottom of page