Viyana’da Bir Garip
top of page

Viyana’da Bir Garip


Bu hafta yazı yazmayı canım çekmiyor – etraf yine bulanık...

Gelin, onun yerine sizinle geçenlerde kaleme aldığım “bilmeceli” bir öyküyü paylaşayım. Olağan yazılarımın üç misli uzunluğunda gerçi – ama sonuna geldiğinizde, odaktaki kişinin kimi andırdığını doğru kestirip eğer roschist@gmail adresime gönderirseniz, size başka bir öykümü de armağan ederim.

Bu vesile ile tümünüze sağlık ve barış dolu bir yıl dilerim – diğer her şey kendi elinizde!..


Viyana’da Bir Garip

Robert Schild



Tesadüftür ya – Karlsplatz’da metrodan indiğimde, kulağıma piyano sesleri geldi... Bir çocuk, vals çalıyor gibiydi: “ta(tata)- trrrıt, ta(tata)- trrrıt, ta(tata)- trrrıt, ti(tata)- trrrıt – ta(tata)- trrrıt, ta(tata)- trrrıt, tatata- ta-ta...” Haftanın her günü, tam saat üçte buradan geçiyorum – ancak bunu bugün ilk kez duydum !



Yukarıdaki durağa çıktığımda, Otto Wagner’in 19. yüzyılın sonunda mermer plakalar kullanarak inşa ettiği o muhteşem, “Jugendstil” = gençlik biçemindeki küçük pavyonda bulunan kitapçıda çalışan kıza sordum: “Yükselticilerden gelen bu piyano sesleri nedir?”


“Bugünden başlamak üzere karşı kahvehanede bir piyanist çalışmaya başladı; onun sesini tüm metro alanına yansıtıyorlar.”


Merak ettim, Wagner’in eski “Stadtbahn Akademiestrasse” durağı için tasarladığı ve Viyana’yı döneminin en çağdaş mimari özelliklerini içeren bir kent haline getirmiş bu türdeki yapılarından ikizi olan hemen karşısındaki diğer pavyona geçtim. Gerçekten de, orada bulunan café’ye bir piyano kurulmuş ve önünde bir genç oturuyor, tuşlara basıyordu... Kapıdan girdiğimde sıra Eric Satie’nin bir Gymnopedie’sine gelmişti.


İçerisi yarı boş olduğundan, piyanoyu gözleyebilecek bir masaya oturdum ve hemen yanıma gelen garsondan bir “Melange” ısmarladım.



Piyanist çelimsiz, siyah saçlı, küçük bıyıklı bir gençti. Giydiği buruşuk gömlek ve ütüsüz pantolonu, keza boyasız ayakkabıları ya bekâr veya yoksul olduğunu, belki de her ikisini birden çağrıştırıyordu. Müzik bilgim, aletine çok hakim olmadığını gizleyemediğini söylüyordu bana – metrodan çıktığımda ilk kulağıma gelenleri kanıtlıyordu sanki: adeta bir çocuk gibi çalıyordu piyanoyu, ne var ki bastığı notalarda hiç bir hata yoktu...


Sütlü kahvemi getiren garsona sordum: “Bu müzik ziyafeti de nereden çıktı?”


“Yeni başladık, Herr Doktor. Cafémize birazcık değişik bir hava verelim diye... Çalan ise bir üniversite öğrencisiymiş, beş-on Euro kazanmak için teklif aslında ondan geldi, şimdilik sıcak bir öğle yemeği karşılığında çalıyor. Eski piyanomuz da öylesine duruyordu; onu akort ettirerek, bir deneyelim dedik. Ama merak etmeyin, menüdeki fiyatlarımız müzikli olduğumuz için yükselmedi!”



Bu arada genç adam George Gershwin’in ezgilerine geçmişti, gene aynı –beni aslında birazcık rahatsız eden– türde çalıyordu... Ardından uzunca bir Cole Porter medley’i geldi ve ondan sonra ara vermek üzere kalktı, bara gidip bir bardak su içti. Ben de yerimden kalkıp yanına gittim.



“Çok güzel çalıyorsunuz,” gibi bir yalanla söze girdim. Kendimi tanıttım ve “Size bir kadeh kırmızı şarap ısmarlayabilir miyim?” diye sordum. “Çok teşekkürler, ancak şimdi çalarken olmaz,” dedi. “Ama halen burada olacaksanız, kırk beş dakika sonra bugünkü seansım bitiyor, o zaman severek...” Saatime baktım. Aslında bugün başka bir yere sözüm yoktu, bu genci de oldukça merak etmiştim, dolayısıyla kabul ettim. Arada günlük gazeteleri de bitirebilecektim...



Kırkbeş dakika az geldi – pandemi haberlerinden diğer dünya olaylarına pek vakit bile kalmadı... Gerçi arada bir piyanoya da kulak veriyor, yan masaları gözlüyordum. Pek dolu değildi burası – belli ki az ilerideki popüler Café Museum ile boy ölçüşemiyordu, müziğe rağmen. Piyanodaki dostumuz “Für Elise”den girdi, operet melodilerinden çıktı, ancak aynı tutukluğu mu diyeyim, mekanikliği mi, sürüyordu. Bunun nedenini çok merak ettiğimden, kalmıştım zaten... İlginç bir kişi olduğunu tahmin ediyordum – gazetecilik içgüdüm bunu çoktan sezinlemişti!



Saat tam beşte müzik programı bitti, son parça olarak da metroda daha önce duyduğum garip küçük vals esintisiyle... Ardından genç arkadaşım masama geldi, kısa bir “İzin verirseniz...” ile ikinci koltuğa oturdu. Elini uzatıp, “Anton Hiller” diye tanıttı kendini. “Ne içersiniz?” davetime karşılık, “Acaba mahsuru yoksa, içki yerine bir çift Frankfurter ısmarlasam?” diye sorduğunda, içimden “Bunu da akşam yemeği olarak düşünüyor her halde...” gibi bir düşünce geçti. “Tabii ki, yanına da bir bira?” soruma olumlu bir yanıt alınca, garsonu çağırıp, ikimizde birer porsiyon sosis ve bira ısmarladım. İlginçtir ki, bu sosislere Almanya’da “Wiener Würstl”, Avusturya’da ise “Frankfurter” deniyor!



“Tekrar tebrikler – piyano çalmayı nerede öğrendiniz?” diye başladım konuşmamıza.


“Aslında inanmayacaksınız, kendi kendine geldi...” yanıtını alınca, kulaklarım bayram etti. İşte, değerlendirebileceğim bir konu!


“Nasıl yani?”


“Anlatayım mı? İlginizi çekecektir muhakkak!”


“Bakın, ben gazeteciyim, Viyana’nın büyük bir günlük gazetesinin kültür sayfasının editörüyüm. Size bunu etik nedenlerle hemen söylemeyi uygun buluyorum ve anlattıklarınızı, eğer ilginç ise, yazmak da isterim...”


“Benim için bir sakıncası yok – reklam da olur belki,” yanıtını alınca, gönlümde güller açtı.


“Tabi ki, niye olmasın?” diye yanıt verdim ve not defterimi çıkardım.



“Her şey Theater Akzente’de başladı. Bundan iki yıl kadar önce, oradaki bir Brecht/Weill şarkıları akşamı için elime bir davetiye geçmişti. Piyano başında şarkı söyleyecek, ismi önemli değil –ve lütfen, araştırıp ortaya çıkarmayın, size bu konuda güvenmek istiyorum!– genç bir bayanın bir dinletisiydi. Yerim de ilk sıradaydı.



“Konser başladı – bildiğimiz Üç Kuruşluk Opera, Mahagonny, Happy End gibi oyunların o güzelim şarkıları... Derken, uzunca ve az bilinen bir parçanın ortasında, sahne arkasından gelen bir hava akımıyla piyanonun üstündeki nota sayfaları uçuşmaya, yere düşmeye başlamasın mı? Hatta bir tanesi tam ayaklarımın önüne kadar geldi. Kız mosmor oldu, belli ki notaları okuyamadan çalamayacaktı... Şarkının nakaratını uzatmaya başladı, ben de kâğıtları kapıp sahneye çıktım, üzerlerinde çalınan şarkı adı yazılı sayfaları piyanoya yerleştirdim – ve birden notaları okumaya başladığımı fark ettim! Nakarattaki akortlar ile piyanoya koyduğum sayfadaki notaların uyuştuğunu apaçık biçimde görüyordum; ardından gelen ana melodinin ikinci bölümü olan diğer sayfayı açtım ve elimle tuttum yeniden uçmasın diye; kız da bu uzunca şarkıyı bitirdi, biraz da teselliyi içeren uzunca bir alkış alırken, beni kolumdan tutarak yerime geçmemi önledi. Mahcubiyetten kıpkırmızı kesilmiştim, ancak kız kalktı, sahnenin kenarında duran bir iskemleyi kapıp, piyanonun kenarına yerleştirdi, benim de oraya oturmamı, sayfaları tutmamı, çevirmemi rica etti. Karşı çıkmam olanaksızdı, bir eliyle beni kolumdan tutuyor, diğeriyle daha sonra çalacağı parçaların notalarını piyanoya diziyordu. Uzatmayayım, konserin ikinci bölümünde tüm şarkıların nota sayfalarını, uçmasınlar diye tutuyor ve çeviriyordum. Kızı da yandan izliyordum ve içimden garip hisler geçiyordu...”


Arada sosislerimiz gelmişti; iki yudum arasında sordum: “Kıza aşık oldum demeyesiniz!?..”


“Valla, onun gibi bir şey oldu, yüreğim birden kanatlandı, müziğe ve kıza karşı duyduğum garip bir sevgiyle... Kurt Weill’ın ezgileriyle sanki havalarda uçuşuyorduk, şarkı söyleyen ve piyano çalan kızla birlikte! Konser bitti, ikimiz de alkışlandık ve tam yerime dönecektim, kız beni sahnenin arkasına çekti. ‘Beni büyük bir mahcubiyetten kurtardınız!’ dedi. “Size ne kadar teşekkür etsem, azdır...’ – ‘Asıl ben teşekkür borçluyum, sizinle nota okumasını öğrendim,’ diye yanıt verdim. ‘Nasıl yani, siz piyanist değil misiniz?’ – ‘Hayır, ömrümde ilk kez elimde bir nota kâğıdı tutuyorum – sayenizde...’ – ‘Bunu kutlamamız lazım! Az sonra arkadaşlarla yemeğe çıkıyoruz; davetlim olarak siz de bize katılın, işiniz yoksa.’ Herr Doktor, Avusturya’yı kurtaracak bir randevum olsaydı bile, her şeyi bırakıp onlarla yemeğe giderdim – öyle de oldu...”


“Ve peki, sonra..? Beraberliğiniz sürdü mü – ve müzik ile aranız nasıl gelişti?”


“İnanmayacaksınız ama, nota okumayı o anda söktüm ya – piyano çalmasını da kız arkadaşımdan aldığım birkaç teknik dersten sonra öğrendim. Adeta kendiliğinden geldi..... Ve ondan sonra, önüme koyulan her şeyi, bir makine gibi çalmaya başladım! İlk denediğim, buradaki programımı başlatıp bitirdiğim Mozart’ın ilk bestelerinden olan ‘Butterbrot’uydu. Fark etmişsinizdir belki, parçadaki glissandolar olan ‘trrrıt’ ve ‘trıııt’lar, yağın ekmeğe sürülüşünü simgeliyor. Ardından daha zor parçaları da severek, duyarak çalmaya başladım. En içten çaldığım ise, Beethoven’in aşk ezgisi ‘Für Elise’ idi...”



“Pekiyi, kızla aşkınız da sürüyor muydu?”


“Tanıştıktan iki ay sonra onun dairesine taşındım. Ondan önce iki sevgili, hatta nişanlı gibiydik, sonra evlenmiş gibi olduk. Bir yıl rüya gibi geçti. Kız konservatuarda araştırma görevlisiydi; Bertolt Brecht’in bestecileri Weill, Eisler ve Dessau üzerinde doktorasını tamamlıyordu. Bunun yanı sıra küçük dinletiler de veriyordu ve benimle birlikte dört el piyano için bir program oluşturdu, onunla bütün Avusturya’yı, hatta Güney Almanya’yı bile dolaştık, güzel paralar da kazandık. Ne var ki, ikinci yılımızda artık evli çiftler gibi tartışmaya başladık ve bir gün fark ettim ki, konservatuardaki bir profesör ile çok yakın bir ilişkiye girmiş... Üstelik Yahudi’ydi de bu herif! Ben buna karşı çıktım, düşündüğüm gibi olmadığını söyledi, ancak günün birinde öyle bir kavga ettik ki, bu ayrılmaya kadar gitti. Ben de apar topar kızın dairesinden çıktım, yine pansiyonlarda kalmaya başladım. Artık geçimimi sokakta ve bazı etkinliklerde akordeon ve piyano çalmakla sağlıyorum, bugün burada gördüğünüz gibi... Ama müzik bana artık eski heyecanı, o güzel keyfi vermiyor, duygularımdan tamamen ayrılmış durumda. Başka ülkülerin peşindeyim bugün...”



“Sorabilir miyim, ne gibi ülkülerdir bunlar..?”


“Bunu lütfen sormayın, onlar şimdilik bende kalsın...”


“Anlıyor gibiyim – peki, piyanonuzu ilerletmek için bir şeyler yapmayı düşünmediniz mi?”


“Yapmaz olur muyum? Üç kez konservatuara başvurdum; ilkinde halen beraberdik, ancak sınavları geçemedim. Beni dışladılar sanki – bire bir canlı sınavlarda bunu hissediyorum çünkü...”


“Siz aslen nerelisiniz? Viyanalı değilsiniz her halde...”


“Hayır, Salzburg’un kuzeyinden küçük bir kasabadan geliyorum, adı önemli değil. Adım da Anton Hiller değil, ama yazınızda onu kullanabilirsiniz. Yazıyı gazeteye koyacak mısınız cidden?”


“Tabii ki – müzik ile ilişkiniz çok ilginç, konservatuara alınamayışınız da – bana benzer bir kaderi paylaşmış başka bir Yukarı Avusturyalıyı andırıyor sanki...”


“Boşverin benzetmeleri – ama bana bu anlatı için bir ödemede bulunmanızı rica edeceğim. Biliyorsunuz artık, boğaz tokluğuna çalışıyor, sefil bir yaşam sürüyorum...”


“Tamamdır,” dedim ve cüzdanımdan bir 100 Euro’luk banknot çıkardım, bira bardağının altına koydum.


“O halde beni mazur görün artık,” dedi. Parayı kaptı ve –sanki vazgeçeceğimden veya ona başka sorular yönelteceğimden korkuyormuş gibi– hemen kalktı, şef garson ile kısa bir şey konuştu ve café’nin kapısından çıktı, gitti...

Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page