Geçtiğimiz haftalarda Ralf Arditti ve Yakup Barokas dostlarımızın portalımızda kaleme aldıkları Diyaspora ve Aliya ikilemi konusundaki yazıları, bana nedense Stefan Zweig’ın Siyonizm ile ilgili düşüncelerini anımsattı. Bunun bir nedeni de, bu önemli yazarımızın Yahudilik konusundaki mektuplarının Almanya’da bu haftalarda yeni bir kitap olarak piyasaya çıkması üzerine, editörü Stefan Litt’in geçen günkü lansman programına zoom üzerinden katılmış olmamdı ...
1881 Viyana doğumlu Zweig, uzun yıllar boyunca Salzburg’daki villasında oturduktan sonra 1934’de Londra’da mekân kurmak durumunda kalmış ve 1940’da birkaç ay yaşadığı New York üzerinden Brezilya’ya geçerek Petropolis kentine yerleşmişti.
Daha 1917 yılında, Yahudi düşünür Martin Buber’e yazmış olduğu bir mektupta “Yahudilerin hiç bir zaman bir ulus olmalarını ve buna bağlı rekabetlere girmesini istemediğini” belirtmiş, açık açık diyasporayı benimsediğini ve bunun “Yahudiliğin çok ulusluluğunun bir özelliği, hatta misyonu” olduğunu savlamıştı. Siyonizm sayesinde, bir ülke kurup, bunun “top-tüfek, bayrak ve madalyalar” içeren “tehlikeli bir gerçeğe” dönüşmesini istemiyordu Stefan Zweig! Bu bağlamda Yahudiliği, “ulusalcılık belasından” arındırılmış bir yaşam tarzı ve geleceğin (birleşmiş?) Avrupa’sının bir çeşit teminatı olarak görüyordu.
Ondan birkaç yıl sonra, 1922’de Alman genci Hans Rosenkrantz’a yazdığı bir mektupta, onun Filistin’e göç etme isteğine karşılık şu yanıtı vermiş “Tabii ki oraya gitmek isteyebilirsin; bu kararın yüceliğini ve maceraperestliğini gayet iyi anlıyorum. Ne var ki, senin bu dürtünü şu nedenle destekleyemeyeceğim...” – ve tanımış olduğu Avusturyalı bir gencin aliya yapıp, çok geçmeden sıtmaya yakalanarak öldüğünden, keza Avrupa’da kalmış olan anne-babasının kederinden söz etmişti...
Ne var ki, Zweig’ın kitaplarının Naziler tarafından yakılması ve Avusturya’da dahi rahat ettirilmemesi, ona Yahudiliğini değişik bir şekilde anımsamasını sağlayacaktı!.. O güne dek kendi dini inançlarını sadece bir gençlik oyununda işlemesinin üzerinden koca yirmi yıl geçtikten sonra 1936’da kaleme aldığı “Gömülü Şamdan” başlıklı uzun öyküde yeniden Yahudi halkına, bu kez diyaspora sorununa değinmesi, çok anlamlıdır. Yeruşalayim’den Romalı askerler tarafından kaçırılan Beit Hamikdaş’daki Menora’nın öyküsüne şöyle başlar Zweig: “Bu, dini öğeler taşıyan bir sanat eserinin yeryüzünde başına gelen muhtemelen en tuhaf yolculuk olduğu için, benim gözümde Yahudilerin asırlardır süregelen göçebeliğinin sembolüdür...”
Anlatının başka bir yerinde ise şöyle diyor: “Menora’yı kurtarabilirsek, halka ait olmalıydı ve halkımız onu en kutsal teminat olarak muhafaza etmeliydi. Gelgelelim bizim halkımız nerede?” ve “Şamdanı huzura kavuşturmak istiyorum, ancak orada(yani, Eretz Israel’de!) ne kadar süreyle huzur içinde kalacağını Tanrı’dan başka kim bilebilir?”
Öykünün sonunu ise şöyle bağlıyor Zweig: “Sonsuza kadar böyle gizlenmiş halde ve hâlâ bir yaban elinden diğerine huzursuzca göçüp duran halkının gözünde kayıp olarak mı kalacak, yoksa halkın yeniden kavuşacağı o gün onu sonunda birisi bulacak ve şamdan barış tapınağında yeniden huzurla ışıldayacak mı?” Bu ifadelerden, yazarın gerek Siyonizm’e gerekse bir yeni Beit Hamikdaş’ın kuruluşuna (bile) göz kırptığını anlıyoruz!
Ancak Zweig’ın bunları yazmasına karşın, dünyanın birçok yöresini gezmiş olmakla birlikte, Kutsal Topraklar’ı ziyaret etmeyi düşünmedi... Oysa ki, o yıllarda Avrupa’nın her yerinden binlerce kişi Eretz Israel’e göç etmiş ve yeni kurulacak ülkenin temellerini atmaya başlamıştı! Zweig ise ülkeden ülkeye göçüyor, hiç bir yerde huzur bulamıyordu – ta ki 1942 yılında Petropolis’te ikinci eşi ile birlikte intihar edene dek...
***
Kitap tanıtımı programından sonra editörüyle yaptığımız tartışmada, Zweig’ın Siyonizmi kesinlikle politik anlamda değil, çok çok düşünsel/soyut biçimde benimsediğini söylüyordu... Kendisine burada hak vermemek mümkün değil – yoksa Stefan Zweig’dan bu konuda başka yapıtlar da görebilecektik, kişisel olarak bu yolu yeğlememiş olsa da!
Comentários