Kâbuslarımız rüyalarınızdan güzel: Kurak Günler
top of page

Kâbuslarımız rüyalarınızdan güzel: Kurak Günler





Aralık ayında Türkiye’nin gündemine Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü’nün, filme verdiği finansal desteği faiziyle geri istemesiyle bomba gibi düşen bu filmi ancak seyretme şansım oldu. Herzeliya’daki Cinematek sinemasında, sadece bir gece, tek seans olarak gösterime giren filmin duyurusu WhatsApp’ıma düştüğü an, biletimi alıp uçarsacına gittim izlemeye. İç sıkıcı bir filme insan neden uçarcasına gider diye sormayın, yazının devamından sebeplerini anlayacaksınız. Üç günde 50.000’in üzerinde seyirciyle buluşarak Cannes’da yarışmış Türk filmleri arasında en yüksek gişe hâsılatına ulaştı. Haliyle bu kadar ses getiren bir yapıt merceğimden kaçmamalıydı.


İzleyiciyi ilk dakikadan itibaren avucuna alan, bir filmden de fazlasıyla karşı karşıyasınız.

Emin Alper’in, dünya prömiyerini Cannes’ın “Belirli Bir Bakış” bölümünde yapan ve ardından katıldığı festivallerde büyük övgü ve ödüllerle karşılanan son filmi “Kurak Günler”, maruz kaldığı sansür ve baskı mekanizmalarıyla birlikte günlerce gündemde kaldı. Bakanlık finansal desteğini senaryonun son halinin tesliminin üzerinden 20 ay geçtikten sonra, senaryoda yapılan değişiklikleri bahane ederek geri istedi. Her filmin senaryosunun tasarımından yapım sonrasına dek türlü değişikliklere uğrayabileceğini hepimiz biliyoruz. Dolayısıyle olanların filmin içeriğindekilere karşı oluşturulmuş politik bir karar olduğu aşikâr. Sonuçta Emin Alper bir orta Anadolu kasabasından bir Türkiye minyatürü çıkarmış.


Emin Alper’in başarısı, yolsuzluk, yozlaşma, hayvana şiddet, ırkçılık, kadına şiddet ve av kültüründen taciz ve tecavüze uzanan, en nihayetinde de homofobi temalarıyla günümüz Türkiye’sinde yaşadığımız her türlü dehşeti bir hikâyeye hiç sırıtmadan sığdırması. Bu da haklı olarak onu ödüllere taşımış.


Filmin konusu itibariyle tüm normların iflas ettiği bir ortamda buluyor izleyici kendini. Kadınların katledildiği, kız çocuklarının altı yaşında gelinlikle evlendirilebildiği, tacizi, tecavüzü ve türlü dehşeti “yen içinde” tutan, kutsal aileye tehdit olarak gösterilen homofobi ve LGBTİ+ nefretini ekrandan bize yansıtan bilinmezliklerle dolu senaryo, insanı oturduğu koltukta bir hayli huzursuz ediyor.


4 ana karakterden biri olan deneyimsiz savcı Emre’nin (Selahattin Paşalı) yeni atandığı “Yanıklar” kasabasında geçiyor olaylar. Kemalist bir ailenin oğlu olduğu imajı güçlü. Özel bir politik tutumu, muhalifliği olmayan savcı, yolun başında olmasının da katkısıyla hayli idealist, hedefi ise işini doğru yapmak. Kâğıt üzerinde, küçük ve çözümlenebilir meseleleri olan bu kasabanın bir nevi “cinnet mekân” olduğunu ilk sahnedeki sokak boyu bir kan iziyle sürüklenen yaban domuzunun infazının, kasabalılarca doğal olduğu yorumundan anlıyoruz.


İkinci karakter bir kadın. Kasaba düzeninin olanca yolsuzluğuyla sürmesi için elinden geleni yapan “hâkime” hanım (Selin Yeninci) ilk kareden ters köşe izlenimi veriyor. Savcı Emre ve Hakim hanım obruğun önünde duruyorlar ilk sahnede. O obrukların oluşma sebepleri, politik çekişmeler, oy kapmak adına yapılmış ağır suçların işlendiği bu huzurlu gözüken kasabanın tüm yolsuzluğu. Ülke metaforu olarak da obrukların karşımıza çıkması tesadüften öte yani. Kuyu, çukur yetmiyor artık, obruklar zamanındayız mesajının altı çiziliyor sürekli.


Üçüncü ve bence en etkili karakter belediye başkanı babasından gelen para ve imtiyazla kasabalının kanını içen, bıyığından, pis gülüşüne ve gövde gösterisi imalarıyla yerli kötülerimize yeni bir soluk getiren Avukat Şahin (Erol Babaoğlu). Kendisinin bir de yancısı var, Dişçi Kemal (Erdem Şenocak). Hapçılıktan içki alemlerine ve tecavüze uzanan bir sömürü düzenini tıkır tıkır işletiyorlar beraber. Polis adlarını andığında yutkunuyor, susuzluktan, geri kalmışlıktan kırılan kasabalılar ise yaka silkiyor.


Ve en nihayetinde filmin en gergin karakteri Murat (Ekin Koç) ortalarda seksi ve tekinsiz gezinen muhalif bir gazeteci. Muhalifliği nedeniyle kolaylıkla “güvenilmez”, “oynak, “ahlaksız” diye yaftalanıyor sürekli. Film boyunca güvenilirliğinden asla emin olamadığınız bir karakter. Tavırlarından kamu yararı için çabaladığına inanmamız için hiçbir sebep yokken, Savcı Emre’yi en derin sırdan kurtaran olarak çıkıyor karşımıza.


Yer altında kireçtaşı gibi eriyebilen kayaçların zamanla boşluklar meydana getirmesi ve bu boşlukların tavanlarının çökmesiyle oluşan karstik yer şekli” olarak tanımlanan obruk evet doğal yollarla oluşuyor ama felaketlerin çoğu gibi insanın katkısı da büyük. Filmde gerekli altyapı ve masraftan kaçınarak kasabanın bitmeyen su problemini kaçak yollardan halletmeye çalışan belediye başkanının tutumunun, giderek artan bu obruk probleminin başlıca nedeni olduğunu anlıyoruz. Gazeteci Murat dışında kasabada devleşen çatlağı, yolsuzluğu dert eden pek kimse de yok. Yani her şey giderek çığırından çıkarken ortada muhalefeti temsil eden bir gazeteci var ama aman aman bir muhalefet de görmüyorsunuz. Bu da tanıdık gelmiştir herhalde…


Polisiye olayın da düğüm noktasını oluşturan o karanlık gecede, kasabadaki Roman azınlıktan, “yarım akıllı” denen Pekmez (Eylül Ersöz) adlı genç bir kız, ağır bir cinsel saldırıya maruz kalıyor. Baştan gitmek istemediği bu davete mecburen iştirak eden savcı için uğursuz bir geceye dönüşüyor. Savcı rakı sofrasını elinden geldiğince idare etmeye çalışsa da, muhtemelen rakısına atılan hapın etkisiyle, bir noktadan sonra bilincini yitirip, olan biteni hatırlamıyor. Doğal olarak tecavüzün olası faillerinden biri haline dönüşüyor. Tanığı ise o gecenin kalanını kendisiyle, onun evinde geçirdiğini söyleyen gazeteci Murat. Gazeteci ve Savcı arasındaki homoerotizmin de, film içindeki Emre’nin o geceye dair bölük pörçük anımsamalarında Murat’ın onu duşa soktuğu ana dair imgeler ve ertesi sabah uyandığında boynundaki kızarıklığa, hakim hanımın yorumları olayı daha da bilinmeziliğe sürüklüyor. Emre ya tecavüz faillerinden biri ya da eşcinsel. İlginçtir ki toplumun gözünde bir tecavüzcüyü bir “ibne”ye tercih ediyorlar. Emin Alper’de bunu gayet net bir şekilde bize gösteriyor.

Emre’nin en erdemli yanı, olayın faili mi tanığı mı olduğundan kendisi bile emin olamadığı halde, işin ucunu bırakmaması. Avukat Şahin’in ve Hakim hanımın namlunun ucunda kendisinin olma ihtimalini göstermesine rağmen, hakikatin peşinden gitmekten korkmaması. Gerçek ele avuca sığmayacak kadar kirli. Filmin devamında yaklaşan seçimlerle birlikte deliller Ankara’dan karartılıyor, suçlular aklanıyor hatta suç savcının üzerine yıkılarak linç için gerekli tüm koşullar oluşturuluyor… Bu da tanıdık gelmiştir herhalde…


Beklenen son, Belediye Başkanı Selim “tekrar” seçimi kazanıyor ve kışkırtılan halk tüm şiddetiyle linç girişimine başlıyor. Muhteşem finalde 120 dakika boyunca izlediğimiz kâbustan her nasılsa umutla çıkmayı başarıyoruz. Obrukta başlayan film obrukta bitiyor ama o nasıl bitiş öyle…


İzleyicinin bu kadar “zor” bir filmi bu denli sahiplenmesi kâbustan çıkmanın yolunun, kâbusumuzla yüzleşmek olduğunu işaret ediyor adeta…. “Kurak Günler”, korku salmasına rağmen “Kâbuslarımız bile rüyalarınızdan güzel” dedirtiyor. Yönetmen Emin Alper’i izlendikten günler sonra bile üzerinde düşünmeye teşvik eden, bu çok katmanlı filmi için tebrik ediyoruz.

Fragmanını buraya bırakıyorum, internette arama motorlarında bulup seyredebilirsiniz.





Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page