Yahudi olmak nasıl bir şey?
top of page

Yahudi olmak nasıl bir şey?


Bugünün işini yarına bırakmayacaksın! derler ya – işte size taptaze bir örnek, değerli okurlar... “Haftalık yazımı nasıl olsa Pazartesi akşamı kotarırım, konular bol...” demişken, unutmuşum – o akşamın sekizini bulduk – ve art arda gelen birkaç telefon ile, saati on bire getirdik...

Konu çok ama, vakit yok! Üstad Balzac’dan da çoook uzaklarda olduğumdan, onun gibi gecenin geç saatlerinde elli birinci fincanını içip kahve sayesinde kalem oynatamam! – Birden aklıma geldi: Bundan on yıl kadar önce İstanbul’daki “Dostluk” (isimli derneğin, galiba aynı isimli) dergisinde çıkmış yazılarımdan birini bugünne uyarlayarak buraya alsam, bunun farkına ancak pek az (“Dost”luk-çu) kişi varacaktır... O halde, buyrun:

*******

Efendim, “Yahudi olmanın ayrıcalıkları”, bu özelliğin zorlukları ile nasıl dengelenebilir? Hangisi daha ağır basar – veya bu ikilemin “net kazancı” nerededir acaba? Bugüne dek kazanılmış toplam dokuz yüz kadar Nobel ödülünün neredyse iki yüzünün bu dine mensup olanlara verilmiş olmasına karşın, salt Yahudilikleri yüzünden son iki bin yılda kaç milyon kişinin yaşamlarını yitirdikleri ortada... “Damdaki Kemancı” müzikalinin Sütçü Tevje’si, Haşem’e şu şekilde yakarmıyor muydu: “Acaba biraz da başka halkları seçmiş olsaydın..!”

Öte yandan, ABD edebiyatının önde gelen isimlerinden Mark Twain’ın bundan 123 yıl önce, 1897’de Yahudiler hakkında yazdıkları da çok anlamlı: “Mısırlılar, Babilliler ve Persler yükselip yerküreyi yankı ve ihtişamla kapladılar ve sonra (...) yok olup gittiler. Yunanlılar ve Romalılar (da) geniş bir gürültü-patırdı yaptılar ve ortadan kayboldular. Yayılan başka milletlerin meşaleleri bir süre yanık kalabildi, fakat (...) şu anda tarihin alaca karanlığında oturuyorlar,” diyen Twain, şöyle sürdürüyor düşüncelerini: “Yahudi hepsini gördü, hepsini yendi ve yozlaşma emaresi göstermeden, yaşlılık çöküntüsü olmaksızın, hiçbir tarafı zayıflamamış, enerjisi eksilmemiş, uyanıklığında ve atak dimağında bir seyrelme olmaksızın duruyor...”

Değerli dostlar, Yahudi halkını binyıllar boyunca bir arada tutabilmiş olan o gizemli “harcı” kuvvetlendiren, iç içe girmiş üç “daire” düşünün: Kendi tanımıma göre bunlar çekirdekte dini aidiyet, etrafında gelenek ve en dışta kültür döngüleridir... Bundan öte –ki bu da çok önemlidir bence– Yahudi düşüncesinin gene binyıllardır yeşermesine yaramış, başta belki paradoksal gelen bir ikileme parmak basmak istiyorum, sırası gelmişken: İkinci Beit haMikdaş’ın yıkılıp nihai diasporanın başlamasıyla iki ana gruba ayrılmış olan Yahudi halkının Aşkenaz ve Sefarad kökenli dini uygulama, gelenek ve kültürler dağarcığı, zaman zaman birbiriyle çatışarak, Yahudi varlığının karşılıklı olarak yeşermesine ve yücelmesine etken olmuş değil mi sizce? Türkiye Hahambaşısı Rav İzak Haleva’nın yıllar önce İstanbul Aşkenaz Sinagogu’nda yapmış olduğu bir konuşmasında da değinmiş olduğu bu bilinen ikilemi, ben her daim “Aşkenazefarad” sözcüğü ile birleştirmeyi, gene bilinen “1 + 1 = 3” formülü ile simgelemeyi yeğlerim!

Burada ise aklıma hep şu evrensel soru geliyor – ve bunu ilk kez, Şalom Gazetesi’nin 60. yıl etkinlikleri sırasında Sefarad Dünyası hakkında bir tebliğ sunmuş Sorbonne Üniveristesi profesörü Esther Benbassa’ya yöneltmiştim: “Eğer İspanyol Yahudileri 1492 yılında çoğunlukla Osmanlı topraklarına değil de, orta Avrupa’ya yönelmiş, oralarda ise o dönemde yaşamakta olan Aşkenazlarla kaynaşmış olsalardı, Yahudilik bugünkünden çok daha üstün seviyelere ulaşmış olmaz mıydı?!” Ester hanımın verdiği ve oldukça “kolaya kaçan” yanıt, Avrupa’ya göç etmiş olan Sefaradların torunlarının Nazi soykırımına kurban olacakları şeklindeydi – ancak ben bu ütopyamı sürdürüp, şöyle savlardım: 1933’den önce o topraklarda gelişen bu “ortak” halk topluluğu sayesinde Avrupa’da yeşerebilmiş olan düşünceler, yaratılabilmiş olan yapıtlar, evrensel kültüre çok önemli katkılar getiren ikinci bir “Rönesans”a yol açacaktı kuşkusuz...

Öncelikle Osmanlıya yönelmiş olan Sefaradlar ise, yüzyıllar sonrası İsrail topraklarına bir “Şark” havası verecek Akdeniz Yahudiliğinin temellerini atarak, bu ülkenin kendine has harcına katkıda bulundular. Ne var ki, sultanlar döneminin sağladığı dini ibadet hürriyetinden yararlanmaları sonucu, orta Avrupa’ya has “kripto” (= gizli) Yahudilik kâbusunu yaşamadılar – ancak ne bir Rönesans, ne de bir Aydınlanma dönemi görülmemiş olan bu topraklarda, bizzt kendileri de kültürel açıdan fakirleştiler!..

Bu son konu ile ilgili olarak, size burada ilginç bir anımı aktarmak istiyorum (aramızda kalması şartıyla!): Bundan tam 45 yıl önce Avusturya’da akademik tezimi sunduktan sonra, tamamlayıcı disiplin olarak iktisat biliminden sınava girmem gerekiyordu. Bu dersi veren üç hoca arasında ise, Yahudi olduğunu varsaydığım, ancak bu aidiyetini hiç dışa vurmayan Polonya asıllı Prof. Kazimierz Laski’de karar kıldım. Doktora sınavları, hocaların bürolarında karşılıklı teke tek sohbetler biçimindeydi... Bu şekilde sınavda ilk kez bir araya geldiğimiz profesör, özgeçmişimi daha önce okumuş olsuğundan, şöyle bir girişi yeğledi: “İlginç – siz Avusturya asıllı olup, İstanbul’da doğdunuz ve orada büyüdünüz... Peki, derecenizi aldıktan sonra burada mı kalmayı düşünüyorsunuz, yoksa Türkiye’ye mi döneceksiniz..?” – İşte o anda beynimde şimşek gibi parıldayan dürtüye uyarak, içimden “fırsat, bu fırsat..!” dedim ve şu yanıtı patlattım: “Benim için üçüncü bir alternatif, İsrail olabilir!” – Hoca şaşırdı: “Nasıl, yani..?”“Ben aynı zamanda Yahudiyim, Herr Professor.” – “Ah..., bu daha da ilginç! Anlatın bakayım, Türkiye’de çok Yahudi var mı? Orada yaşamları nasıl?” – “Sınav” süresinin dörtte üçü, bu tür sorular ve sohbet ile geçtikten sonra, hoca “Artık işimize dönelim...” dedi – ve içinden pek de tatmin edici biçimde çıkamadığım birkaç makro iktisat tartışmasının ardından, sınavı yarıda keserek şu öneriyi getirdi: “Acaba ‘iyi’ derecesi sizin için yeterli olur mu, yoksa ‘pek iyi’ için biraz daha mı sohbet edelim?” Öte yandan, kendisinin de dindaşım olduğuna dair hiç bir emare yoktu, sevgili hocamdan..!! İşte buyrun, önce Ortaçağ Katolik dogmatizmi, ardından Nazi dehşeti ve en sonunda komünizm baskısı altındaki “kripto-Yahudilikten” oldukça çağdaş bir örnek – ve, tüm çağdaş kaygılara karşın, yaşasın Osmanlı’da yüzyıllardır alışmış olduğumuz din hürriyeti..!

“It’s hard to be a Jew” (= “Yahudi olmak sıkıntılıdır/zordur”) sözü, çağdaş ABD yazarlarından Philip Roth’un Yahudilik ile ilgili tartışmalı romanlarından veya filmlerinde benzer konulara değinen yönetmen/oyuncu Woody Allen’in senaryolarından bir alıntı değildir... Bu kısa cümle, Yidiş edebiyatının en önemli yazarlarından, mizah üstadı Şolem Aleyhem’in 1920’lerde kaleme aldığı ve ilk gösterimi New York 2. Cadde’deki Yiddish Art Theatre’de yapılmış olan, konusu Çarlık Rusya’sına uzanan bir güldürünün adıydı... O Şolem Aleyhem ki, ilk kez ABD’ye geldiğinde, dünyaca tanınmış mizah yazarı Mark Twain kendisi ile bir partide karşılaştığında, “Kendimi size takdim etmek isterim: Ben, Amerika’nın Sholem Aleichem’iyim..!” demişti – ve o Şolem Aleyhem ki, “Damdaki Kemancı” müzikalinin dayandığı romanının başkişisi Sütçü Tevje, “Tanrım, keşke birazcık başka halkları da seçmiş olsaydın..!” diyor durmadan...

...ve böylece daire kapanıyor, yazımız noktalanıyor, değerli Dostluk-lular!..

*******

...demişken, siz sevgili okur dostlarımın affına sığınmak istiyorum, bu portaldaki 50. yazımla bir “ikinci baskı” örneği sunduğum için...

Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page