top of page

Shtisel, Asher Lev ve de Faruk!..


Shtisel, Asher Lev ve de Faruk!..

Yaşamımızın her yönünü etkileyen küreselleşme, en basit şekliyle TV aracılığı ile sürekli olarak her ailenin evine de giriyor... Örnek mi? Sadece Neflix gibi uluslararası kanallar değil, birçok yerel TV’ler de nice İsrail ve Türk aile dramlarını Avrupa, Amerika veya Asya’nın oturma odalarında cirit attırıyor! Son bir-iki yıl içinde onlarca Türk yapımı dizi neredeyse her İsrailli eve konuk olup, oradaki kadın izleyicilerini yakışıklı erkek aktörlerine hayran bırakıyor, özellikle İstanbul’un yanı sıra Bursa veya Adana gibi kentlerin (sanki olağan) toplumsal varsıllığını simgeleyen pırıl pırıl malikanelerini, (nedense çoğu) güzel kızları-kadınlarını ve (kuşkusuz) doğal güzelliklerini gözler önüne sürüyor. Öte yandan, buna karşılık hiç bir Türk TV kanalı hiç bir İsrail dizisini göstermedi bugüne dek. Oysa ki, örneğin Fauda gibileri Kurtlar Vadisi türündeki yapımlara sanatsal ve teknik açıdan yön verici olabilir, keza Shtisel gibi çok yönlü bir aile dramı, başarılı roller nasıl yazılır şeklinde çok yararlı bir “yaratıcı senaryoculuk” (!) semineri yerine geçebilirdi. Ancak anlı-şanlı ve neredeyse sayısız Türk TV dizileri yıllardır hiç bir “ithalat”a meydan bırakmıyor; bu sektör, yerli üniversite veya hastane “sanayii”ni andırırcasına, amibler gibi büyüyor...

2013/2015 yıllarında İsrail televizyonunda gösterilmiş, ancak Netflix aracılığı ile daha geçenlerde izleme fırsatını bulduğum - ve beni bu yazıyı kaleme almaya özendiren- Ştisel ailesini konu alan dizi, ilk sezonunda 11, ikincisinde ise 6 yerel yaratıcılık/oyunculuk ödülleri almış olmanın yanı sıra, gerçekten de sabırlı bir eğitimci ile alçak gönüllü ve kendilerini geliştirmek isteyen bir senaryocu/yapımcı adayları grubu için bulunmaz bir mesleki “laboratuar” sayılabilir.

Okurlarımızın büyük bir bölümünün bu diziyi ya daha önce TV yayınlarında veya benim gibi günümüzde izlemiş olduğunu var sayarak, konularına fazla girmeksizin, aşağıda kısaca vurgulamak istediğim özelliklerle farklılıklarını anlatabilmek için, geçtiği ortamıyla ana karakterlerine birer cümle ile kısaca bakmak gerekecek...

2x12 bölümden oluşan dizi, Haredi halk topluluğunun yaşadığı, ancak Mea Sharim kadar tutucu olmayan Yeruşalayim’deki Geula semtinde konuşlanmış. Konular, eşini daha yeni yitirmiş Rav Şulem, yetişkin çocuları ve eşleriyle kimi torunları ve onların bazı arkadaşları, ayrıca erkek kardeşi ve bir ihtiyarlar yurdunda yaşamakta olan 90 yaşındaki annesi arasında gelişiyor. Dini bir ilk okulda öğretmen ve yönetici olarak görev alan Şulem, bazı yanlarıyla “çağdaş bir Sütçü Tevye”yi andırıyor gibi... Bir yandan eşine karşı duyduğu, ancak aynı zamanda yeniden evlenip düzenli bir yaşama kavuşma özlemine tanık oluyoruz - ne var ki, dizinin odağındaki sorunlar, küçük oğlu Akiva ile arasındaki fikir ayrılıklarından doğuyor. Bunların ilki, 24 yaşına gelmiş (ve Haredi ortamına göre “geçkin”) bekârın kendine önerilmiş gelin adaylarından çok, iki kez dul kalmış aynı toplumun üyesi Elişeva ile ilişkisi, diğeri ise resim yapma yeteneğine dini yaklaşımlardan daha çok yatkınlık göstermesidir...

Ancak Ştisel ailesinin dertleri burada bitmiyor! Şulem’in büyük oğlu Aryeh’nin, güzel sesine rağmen bir türlü hazan olamaması ve çözümü dini bir rock topluluğunda aramasından, kızı Giti’nin zayıf karakterli eşi Lippe ile pek mutlu olmayan evlilikten etkilenmiş buluğ çağındaki kızları Ruhami’nin bunalımlarına kadar uzanan bu sıkıntılar, dizinin ikinci bölümünde ortaya çıkan kardeşi Nuhem ile doruğa çıkıyor. Evlilik çağına gelmiş kızı Libbi ile oturduğu Belçika’dan İsrail’e dönen öykünün bu “aykırı adamı”, annesi, ağabeyi ve yeğeni ile onarılması güç ailevi ve maddi sorunlar yaratmayı sürdürüyor...

Doval’e Glickman ve Michael Aloni

Shtisel dizisinin öne çıkan özelliklerini, tiyatro eleştirmeni bakışıyla da olsa, kısaca şöyle sıralamak isterim:

1) Sorunlarına tanık olduğumuz, öykülerini izlediğimiz 10-15 başkişinin özyapıları, abartısız olduğu kadarıyla nice gerçek kişilerin özelliklerine koşut biçimde tasarlanmış olup, etik/klasik dramaturji kurallarına son derece uygun türde işlenmiş, diğer bir deyişle izleyicilerin “sonuçta şöyle hareket edecek” beklentilerine göre yazılmıştır ki, genellikle aile meclisinde izlenen diziler için bu biçem seçilmektedir... Bundan öte, genel öykünün ana sorunları, art arda gelen gelişen değişik bölümlerde sürerken, daha az önemli bazı olaylar tek bir bölümde de sonuçlanabilip, diziyi zaman zaman pek sevilen “sitcom” türüne de dönüştürüyor!

2) İşte bu bağlamda, her ne kadar “kötü kişiler” ile şiddet ve cinsiyet görselliklerinden arınmış biçimde olmasına rağmen izleyicileri sürükleyebilen, ustalıklı bir şekilde kaleme alınmış olan Shtisel, hoş bir seyirlik sunmakla, bir yandan gülümsetirken, hüzünlendiriyor da... Başkişileri ülkenin neredeyse en dindar kesmini oluştururken, ibadet veya sinagog sahnelerine pek az yer verilmiş olması, dizinin diğer olumlu bir yanıdır. Keza, dindar kesimlerin yaşamında erkeklerin rolü genellikle etkin olmakla birlikte, burada (Gitel, Ruchami veya Libbi gibi) kadın karakterlerin ağırlığı zaman zaman öne çıkıyor – dahası, “The New Yorker” dergisi yazarı Ruth Margalit’e göre örneğin Elişeva’nin özyapısı, Jane Austen’in bir romanından bile çıkmış olabilir...

3) Konular ve sorunlar, Haredi yaşamını iyi bilen iki yazar (Jonathan Indursky ve Ori Elon) tarafından işlenmiş olup, İsrail’in bu toplumsal/etnik özelliği/zenginliği yetkin biçimde anlatılmaktadır. Öte yandan, kimi Hollywood yapımlarıyla Amos Gitai’in “Kadoş” filminde olduğu gibi, bazı toplum üyelerinin oradan “kaçma” eğilimi işlenmiyor – aslında burada tam tersi, yani kişisel arzuları ile yaşadıkları çevredeki kısıtlayıcı ortam arasında nasıl denge sağlayabilecekleri gösterilmeye çalışılıyor! Geula mahallesindeki Haredi yaşam türü bir olmazsa olmazdır ve bu toplumun genç üyeleri onu reddetmekten çok, ortak bir çözüm arayışındadır. Böylece bu dizinin kolaya kaçıp yapay bir bayrak kaldırmayı / ayrımcılığı dışa vurmaktan çok, iletilerinde birleştiriciliği, uyumun çağrısını dile getiriyor.

4) Shtisel’in bir diğer öne çıkan özelliği, İsrail’in bazı kısıtlı çevrelerinde –ve de oradaki daha yaşlı kişilerin– halen konuşmakta olduğu Yiddiş diline, kısmen “nostaljik” bir anıt dikmesidir. Gene “The New Yorker”in bir saptamasına göre, dizide kullanılan bu geleneksel dil, bazı bölümlerdeki toplam konuşmaların yüzde yirmisini oluşturuyor ki, bu oran İsrail TV yapımlarında bir “ilk” sayılabilir! (özellikle bu konuya ilgi duyanlar, şu link’te daha geniş ayrıntı bulabilir: https://ingeveb.org/blog/shtisel-s-ghosts-the-politics-of-yiddish-in-israeli-popular-culture )

Bu dizinin tek beğenmediğim yanı, genç Akiva’nın resim sanatına karşı tutkusudur. Amerikan Yahudi edebiyatını bileneler, kendisi de yeşiva eğitimi görmüş, dahası Kore Savaşı boyunca ABD ordu hahamlığı yapmış olan Chaim Potok’un 1972’de yayımladığı My Name is Asher Lev romanını anımsayacaktır... Buradaki öykünün ana konusu, Brooklyn’deki önemli bir Hasidik Rav’ın oğlu olan Asher Lev’in ailedeki alışılagelmiş haham geleneğine sırt çevirerek ressamlığa soyunması ve sonuçta kendi babasını, baldırına talletini bağlamış ve çarmıha gerilmiş bir İsa simgesiyle çizdiği yapıtıyla ünlenmesidir! Adını şimdi anımsamadığım Fransız bir yazar da aynı konudan “esinlenmiş” ve Türkçe çevirisi yıllar önce İstanbul Can Yayınları’nda çıkmış, keza oldukça önemsiz olduğundan onun adını da unuttuğum bir roman denemesi aklıma geliyor, bu satırları yazarken... Shtisel dizisinin de aynı konuyu işlemesi gerekli miydi acaba? Akiva’nın başka bir “ayrıksı” özelliği odağa taşınamaz mıydı, yetenekli Indursky/Elon ikilisi tarafından?!?

Öte yandan, dizinin önemli bir özelliği, başrollerinin ülkenin çok sevilen, kimilerinin İsrail dışında da ünlenmeye başlamış oyuncular tarafından üstlenilmiş olmasıdır ki, burada sadece Doval’e Glickman (Şulem), Michael Aloni (Akiva), Sasson Gabai (Nuhem), Ayelet Zurer (Elişeva), Neta Riskin (Gittel) ve Shira Haas (Ruhami) gibi isimlerle yetinelim...

Shtisel’in tüm bu özelliklerini burada sıralamışken, böyle bir diziyi Türk malı “telenovella”lar ile karşılaştırmanın bizi nereye götürebileceğinin, bu bağlamda ne denli üzücü çıkarımlara yol açacağının bilincine varıyorum... Bu bağlamda, örneğin 1980’lerin çok beğenilen ABD dizileri Dallas veya Dynasty’ye öykünen İstanbullu Gelin dizinden en iyisi hiç söz etmeyelim, İsrailli TV izleyicilerinde ulaştığı olağanüstü popülaritesine rağmen!

Hiç kuşku yoktur ki, İstanbullu Gelin’de anne rolündeki İpek Bilgin, Adem Boran’ı canlandıran Mert Tanış ve kimi izleyicilerce “gerçek bir psikiyatrist” olduğu zannedilen değerli dostum Tilbe Saran, yıllardır sürdürdükleri sahne performanslarında olduğu gibi, kamera karşısında da çok başarılı oyunculuklar sergiliyor. Ayrıca, İspanya’da büyük beğeni kazanmış olan Fatmagül’ün Suçu Ne? veya özgün romanından daha “çok yönlü” (!) bir seyir izlemiş olan Aşk-ı Memnu, keza bir türlü bitmek bilememiş Muhteşem Yüzyıl gibi dizilerin alımlı insanlar, zengin mekânlar ve Türkiye’nin tadına doyulamayan doğal güzelliklerini yurt dışında tanıtmaları konusunda sağladıklarını teslim etmeden edemeyiz... Ne var ki, kimlerin daha “kaç fırın ekmek yemeleri” gerektiğini de burada sorgulamadan duramıyoruz!..

*****

Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page