KAHVE  BAHANE  SOHBET  ŞAHANE
top of page

KAHVE  BAHANE  SOHBET  ŞAHANE


Merhaba sevgili okurlarım. Geçtiğimiz 15 gün içinde fazla ilgi çekici şeyler yaşadığımı söyleyemem. Nedir ki çocuklarımızla yediğimiz Şabat yemekleri ve birkaç yakın dostla yaptığımız kahve eşliğindeki sohbetler haricinde demem gerekir. Onların hakkını vermek lazım… Aile ve yakın dostlar, ne de olsa, acının ve sıkıntının panzehirleridir.

Bir de şu kahve yok mu şu kahve? Valla ömre bedeldir. Aslında kahve bahane, sohbet şahane…

Bir kahve daveti, ardında tatlı anılar barındırır. Mesela ben İstanbul’da genç kızken, bizim evin tüm komşu hanımları, haftada en az iki kere, apartmandaki birilerinin dairesinde toplanıp, sabah kahvesi içerlerdi. Bu kahve toplantısı sabah on birde başlar, öğlen birde biterdi. Sonra herkes işine gücüne dağılırdı. Malum o zamanlar, ev hanımlığı adı verilen bir şey vardı. Erkek kısmı işe giderdi, kadın kısmı ise, evde akşama kadar ev işleri ve çoluk çocukla debelenip dururdu. Arada bir yaptıkları kahve kaçamakları onlar için bir tür terapi olurdu.

Kahve deyip de geçmeyin. Gerçekten de bir kahve ritüeli vardı. Mesela hatırlıyorum, ben çok küçükken bana bile azıcık kahve tattırılırdı. Sanırım 5-6 yaşlarımdayken, benim çok küçük, beyaz porselen bir kahve fincanım vardı. Onu yaklaşık yarısını doldurup bana verirlerdi. Annem günün tek sigarasını kahve eşliğinde tüttürürken, teyzem ve ablam da ona eşlik ederlerdi. Bu, annemle teyzemin günlük işleri arasında saat 11’de verdikleri ufak dinlenme molası içinde olurdu. Ben de küçük hasır koltuğuma oturur, dökülmemesine dikkat ederek kahvemi içerdim. Bu benim çok hoşuma giderdi, çünkü bu içtiğim kahveden çok, bana ailemin verdiği önemi ve şefkati yansıtırdı.

Eskiden Yahudi evlerinde, çaya pek rağbet yoktu. Ancak bir rahatsızlık veya nezle öksürük sırasında çay ve ıhlamur tüketilirdi. O da bir tutam çayı büyük bir çaydanlığa atarak haşlar gibi kaynatıp içmekten ibaretti. Bu daha çok açık renkli bir bitki çayını andırırdı. Ama kahve öyle mi? Büyüklerimiz sabah kahvaltılarını büyük bir çay fincanı Türk kahvesi eşliğinde ederlerdi. Bu bazen sütün içine Türk kahvesi ve şeker katılarak kaynatılan “ Cafe au-lait “ şeklinde de olurdu. Daha sonra hayatımıza “Nescafe” girdi ve damak tatlarımız değişmeye yüz tuttu. Hatta ilk defa tattığım Nescafe, 1971 yılında İsrael’den eve getirdiğimiz “Elite” marka Nescafe idi. Sanırım ki hepiniz çok iyi anımsayacaksınız. Türkiye o yıllarda daha hazır kahve ile tanışmamıştı bile.

Günümüzde ise artık o ev toplantıları, yerini dışarıdaki Cafe’lere bıraktı. Cafe sohbetleri daha pratik, daha zahmetsiz. Artık hanımlar dışarıda çalışmasalar bile, hayat teknoloji sayesinde kolaylaştığı için,” ev kuşu” olmaktan kurtuldular. Herkes hobiler edindi. Sanat kursları ve seminerleri, elişleri ve resim kursları, sosyal gönüllü çalışmalar derken, kadınlar artık evlerinde oturmaz oldular. O zaman arkadaşlar birbirlerini özlediklerinde Cafe’lerde buluşup hasret gideriyorlar. Eskiden ninelerimiz ve annelerimizin kahve eşliğinde ikram ettikleri “ biskoçikos ve boyikos” yerine, masalara “ tiramisu veya cheese cake” dilimleri şeref veriyor.

Nedir ki yaş ilerlediği zaman, bazen eski keyifleri ve toplumumuza ait gelenekleri özleyip, içimizi çekmeden duramıyoruz. Eskiden her evin büfesinde en az 12 kişilik, değerli, incecik porselenden kahve fincanı takımı bulunurdu. Üstlerinde kalın bir telve ve bol köpük bulunan bu Türk kahvesi ikramı olmazsa olmazlardandı. Bu kahveler gümüş veya benzeri şık bir tepside sunulurdu. Kahveyi ya evin hanımı veya genç kızı sunardı. Ayrıca çok daha teatral bir sunum daha vardı.

Yine gümüş bir tepsi içinde, misafir sayısı kadar, incecik cam bardaklarda sunulan soğuk suların eşliğinde, tepsinin tam merkezinde duran kristal kasede, yoğun kıvamdaki bir reçel çeşidi olurdu. Bu reçeller genelde ayva veya portakaldan yapılırdı. Misafirler, tepsideki gümüş kaşıklarla bu reçelden alıp yerler, soğuk sularını da içtikten sonra, kaşıklarını boş bardaklara koyup ev sahibine geri verirlerdi. Bu arada reçelin tadı övülür ve ev hanımlarının gönlü hoş olurdu. Ardından bu ikram telveli, dumanı tüten kahvelerle taçlanırdı. Bu toplantı sadece hanımlardan ibaret ise, sonrasında fincanlar ters çevrilir, kahve falıyla meşhur olan biri için, herkes kendi fal sırasını beklerdi. Herkesin özlemle beklediği bir haber mutlaka olurdu. Kızlar yakışıklı bir nişanlı adayı, anneler kısmeti kapalı kızına bir damat adayı veya askerliğini bitirmiş oğluna bereketli bir iş fırsatı müjdelerini beklerler, fala bakan kadınlar da illaki böyle tatlı haberlerin müjdecisi olurlardı. Bir neşe, bir kahkaha o güne mutluluk katardı.

Ben kendi namıma falı pek sevenlerden değilim. Neden? Diyecek olursanız, inanmadığımdan değil, maazallah ters bir söylenebilir diye. Nasılsa yaşanacak olan şeylerden iyi veya kötü kaçınamıyoruz. Önceden bilmenin ve huzursuz olmanın bir anlamı var mı? Neyse siz yine de fala inanmayın ama falsız da kalmayın!

Neyse yine felsefeye dalmadan, konumuza dönelim; Bu gümüş kaşık ikramının bir de Pesah Bayramı versiyonu vardı. Peah’ta ortadaki kaseye beyaz tatlı “Şarope Blanko” konurdu. Misafirler o beyaz tatlı ve soğuk sularla damaklarını şenlendirirlerdi. Sonra da gelsin kahveler. Ama yıllar geçerken, yeni modalar ile ikramlar farklılaştı. Misafirlere önce likör ve madlen çikolata, ardından kahveler eşliğinde,”Cinzano veya Vermut” ikramı başlamıştı.

Ne diyelim, akımlar birkaç 10 yılda bir değişir ama, önemli olan mutlu ve sıkıntılı günlerimizde bize her zaman bir çeşit kahve, hala eşlik ediyor. Önemli olan nedir bilir misiniz? Kahve bahane, sohbet şahane. Yeniden mutlu kahvelere lehaim J.

Birkaç da kahve paylaşımı:

1-Gönül ne kahve ister, ne kahvehane;

Gönül sohbet ister, kahve bahane.

2-Sen zarif bir fincan ol ki,

İçine hoş kokulu kahve koysunlar.

3-Gözlerinin kahvesinden köy ömrüme,

Kırk yılın hatırına sende kalayım.

Cemal Süreya

Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page