Merhaba sevgili okurlarım. Bu hafta sizlere İstanbul'dan yazıyorum.13 Ağustos günü İsrael'deki tüm öğrenim kurumları, yaz okulları tatile girince, bizim Ulpan da tatile girdi. Biz de eşimle birlikte İstanbul'a gitmeye karar verdik.
Malum burada artık bir evimiz olmadığı için, bir apart otelde kalıyoruz. Bana daha evvel, İstanbul'a turist gibi gelip, misafirlik yapacağımı söyleselerdi, herhalde çok gülerdim. Ama gel gör ki yaşam gerçekten sürprizlerle dolu. Böyle uzun seyahatlerde bana en çok zor gelen şey, sürekli dışarıda yemek yemek zorunluluğudur. Güzelim ev yemeklerini ve evimi çok özlerim.
Şimdi bunu anlatırken aklıma 1976 yılının ekim ayında eşimle çıktığımız balayı seyahatimiz aklıma geldi. Balayına, İzmir'e Büyük Efes Oteli'ne gitmiştik. O zaman daha 21 yaşında bile değilim, David'de 22 sine yeni basmış, biz iki çocuk evlenip balayına çıkmışız:))
İzmir harikaydı, otel 5 yıldızlı, odamız muhteşem, kahvaltı her sabah odaya geliyor, bir tek kuş sütü eksik. Havada aşk kokusu var:)) Gelin görün ki, balayımın 7.gününde Kordon'da bir restoranın kapısından içeri girerken, ben aniden hüngür hüngür ağlamaya başladım. Eşim panikledi, hastalandığımı sandı. Oysa ben sıla hasretine tutulmuş annemin yemeklerini özlemiştim. Ömrümde ilk kez annemden ayrılmıştım, annemin yemekleri gözlerimde tütüyordu. Her gün et, balık ve meze yemekten bunalıma girmiştim. Bu gün hala eşimle bunu hatırlayıp çok güleriz. Bizim kuşağın genç kızları gerçekten çok masum ve saf kızlardı. Kuzu gibi büyütülüp, eşlerimize gelinliklerimizin rengi gibi saf ve bembeyaz giderdik.
Şimdi yaşama baktığımızda bu biraz geri zekâlılık gibi duruyor değil mi? Şimdiki kuşak hayatı erkenden ve dibine kadar yaşıyor. Evlenme kararını ise, artık çocuk sahibi olmak istediklerinde veriyorlar. Herkes tecrübeli, herkes her şeyi çok iyi biliyor. Ailelere danışmak bile gereksiz çünkü Hazreti Google her şeyi biliyor:)) kurallara ve geleneklere aldırış bile etmeden hayatlarını yaşıyorlar. Yani onların yaşam filmi, bizimki gibi gelinlik ve damatlıkla başlamıyor. Ama nedir ki bu vahşi tüketim çağında, gençler aşklarını ve evliliklerini de çok çabuk tüketip, yeni arayışlara geçiyorlar.
Eskiden ebeveynler çocuklarını evlendirdikten sonra arkalarına dayanıp, huzur içinde torun beklentisine girerlerdi. Şimdilerde ise genç çiftler, sanki flörtünden ayrılırmış gibi, kavga edip, tasını tarağını toplayıp eve geri dönüyorlar. Bazen valizlerinin eşliğinde bir de çocuk olabiliyor. Acaba hangisi daha iyi? Karşılıklı ödün vererek ve hatta çokça sabır eşliğinde 40 senelere ulaşmak mı, yoksa bir çırpıda radikal kararlar alıp, farklı ufuklara yelken açmak mı?
Şimdiki nesille göre bu hayata bir kere gelindiğinden, günü yaşamak var. İstediği her şeyi hemen hayata geçirmek felsefesi var. Bizlerin ise, ailemize, büyüklerimize ve çocuklarımıza kol kanat germek, öncelikler onların mutluluklarını ve çıkarlarını korumak vardı. Yaşam daha ağır ve basit akardı. Tepende çatın, sofranda sıcak yemeğin ve gülüşen çocukların varsa, çiftler bunun huzuruyla geleceğe umutla ve hevesle bakarlardı. Kendimiz için kurduğumuz hayalleri bir kenara bırakır, adanmışlık içinde yaşardık.
Hangisi daha değerlidir gerçekten bilemiyorum. Galiba her devrin kendi dinamikleri var. Ben yine saded sapağını aştım, tali yollara daldım. Yine İstanbul seyahatine dönelim... İstanbul yerinde. Yaşam aynen devam ediyor diye sanırken, katıldığım her ortamda, insanların nasıl huzursuz ve düşünceli olduklarını ayrımsıyorum. Tatsızlık sinsice herkesi pençesine çoktandır almış. Kimi bunu açıkça dile getiriyor, kimi ise atalet duygusuna kapılmış, gözlerini ve kulaklarını kapatmış, kendisini salıvermiş vaziyette. Çok okumuyor, çok dinlemiyor, bu konular açılınca sinirlenip, başını kuma gömüyor. Ben buna "deve kuşu sendromu "diyorum.
İnsanlarda iç karatan bir huzursuzluk var. İkircikli duygular, kapkara bir kararsızlık ve ürkeklik... Gitmek mi zor, kalmak mı zor? Anne ve babalar çok hüzünlü ve kaygılı, çocukları göçmen kuşlar gibi başka diyarlara uçuyorlar. Onlar taptaze ve pembe umutlarla geleceğe uçarlarken, geride kalan aileleri, mor renkli hüzün perdelerinin arasında sıkışıp kalıyorlar. Nasıl, ne zaman, nereye? Soruları kafaları ve gönülleri tırmalıyor. Sorular kafalarında dolanırken, hasret telefonları, what's up'lar, face time'lar, skype sohbetleri dakikalarca sürüyor ama yetmiyor. Dokunamamak, sarılamamak, öpüşememek...
Çok yaman duygular bunlar. Bu nasıl bir ateşten gömlektir ki ben bunu en iyi bilenlerdenim. Yaşamadan bunu tam anlamıyla anlayabilmek mümkün değildir. Ben bütün bu şeyleri tam 22 yıl boyunca yaşadım. Sonunda henüz 9 ay evvel yavrularıma ve torunlarıma gerçek anlamda kavuştum. Bu çok yorucu, sarp ve dikenli bir yoldur. Ama yaşadığımız dönemin ağır ve belirsiz şartlarına bakarak çocuklarımızın ve torunlarımızın geleceği için gençlere destek vermek ve onları yüreklendirmek gerekiyor. Onları, sonsuz bir anlayışla motive etmek esas oluyor. Ailelerin mutluluğu kendi rahatlarına değil, yavrularının geleceğe daha emniyetli ve sağlam adımlarla ilerlemelerine endeksli olmalıdır.
Biz bir süre daha Adalara, Modalara gittikten sonra Tanrı'nın izniyle yuvamıza döneceğiz. Zaten bir haftası bitti bile, pişirdiğim sebze yemekleri burnumda tütüyor. Yani anlayacağınız durum aynen yerinde. Eh tabi, insan 7'sinde neyse 70 'inde de aynıdır değil mi?:))) Yeniden buluşmak üzere şimdilik hoşça kalın...