top of page

“Seçil(me?)mişlik” örneğinde “oto”-antisemitizm!


Gerek Orta Doğu’dan, gerekse son zamanlarda Türkiye’den dahi yükselen antisemitizm söylemlerinin yanı sıra, nice Avrupa ülkelerinin siyasetçileri –dahası, geçen hafta V.Putin bile!– bu akıma katılırken, “bizim” saydığımız saflarda da benzer bir kıpırdamayı geçtiğimiz ay içinde üzülerek gördük: Türkiye’nin tek Yahudi gazetesinin yeni kavuştuğu, “geniş” tabir edilen “toplum”dan çiçeği burnundaki köşe yazarının “Seçilmiş insanlar ve Einstein” başlıklı ilk denemesinden, tabiri caizse “dakka bir, gol bir”! Dindarlığı ile bilinen bir dostum, geçenlerde ilettiği e-mail’de bu yazıda geçen “Tora’da geçen bu ayetler bir anlam ifade etmeyebilir”, “...Tora ya tahrif edilmiş ya da antlaşma eskide kalmıştır”, “Şayet Musa’nın bir peygamber olduğunu kabul ediyorsak...” ve “İşin içine bir de Tanrı’nın seçimi girince durum hepten ‘makul’ olmaktan çıkıyor” gibi saptamalara takılmış, Yahudiliği ön plana alan bir gazetede bu türden ifadelerin nasıl da yayımlanabileceğini sorgulamıştı.

Bu konu beni aşar kuşkusuz, ancak bu mesajı almamın ardından yazıyı okuduktan sonra şaşkınlığımı gizleyemiyorum – hele bundan daha kısa zaman önce “karides” gibi sözcüklerin hemen ayıklandığını hatırladıkça! Bu bağlamda, yazının sondan ikinci paragrafında belirtildiği gibi “...Tanrı’yı işin içine katmadan...”(!), aşağıdaki laik ve pragmatik eleştirilerde bulunmadan edemiyorum, Hz. Musa’yı izlemiş kavmin “seçilmişliği” konusuna vaktiyle eğilmiş bir dindaşları olarak...

Yukarıda geçen alıntıların “kötü niyetli” bir cımbızla ayıklanarak sıralanmadığını görmeniz için, yazının tümünü inernetteki şu link’te bulabilirsiniz, değerli okurlar: http://www.salom.com.tr/haber-105976-secilmis_insanlar%20ve_einstein.html Keza hemen ikinci paragrafında “‘Eşitlik’ kelimesini gündelik yaşamın temel kavramları arasında gören modern insan için Tora’da geçen bu ayetler bir anlam ifade etmeyebilir” dendikten sonra, “Bir topluluğun ya da bir ırkın seçilmiş olması –eğer inanıyorsak– Tanrı’nın adaletine ya da Evrensel İnsan Hakları Beyannamesine uygun olmayacaktır” şeklinde gelişen yazının giriş bölümü, sizce de başlı başına koskocaman bir “faul” oluşturmuyor mu?!

“Tahrif” konusuna değinen üçüncü paragrafın bir bölümü çift tırnak içine alınmış olmakla, bir alıntıyı mı oluşturuyor acaba? Öyle ise, kaynağı nedir? Niye belirtilmiyor? Oysa ki, yazının sondan ikinci paragrafında gene tırnak içinde verilen ve İstanbul Üniversitesini “zamanın bilim dünyasına katkı sunan tek kurum” olarak tanımlayan alıntının kaynağı olarak “Philipp Schwartz – Kader Birliği (Belge Yayınları. S.24)” gösterilmiş – ne var ki, bu altıntı da eksik/yanıltıcı biçimde zikredilmiştir! Aman, bu tür iddialı yazılarda biraz dikkat; ayrıca da “Rohd” değil, Rohde, “Bertol” değil, Bertolt ve (“anti (!) parantez) : Büyük Alman ozanı Bertolt Brecht’in Yahudi olduğunu bu makale sahibinden başka “ifşa” edene rastlamadım bugüne dek – keza, mezarı Aşiyan’da bulunan ornitoloji profesörü Curt Kosswig de Yahudi değildi ve klasik filoloji profesörü Georg Rohde’nin sadece eşi, Musa’nın torunlarından sayılır!

Ne var ki tüm bu dikkatsizliklerın dışında asıl eleştirilecek olan, yazının getirmeye çalıştığı iletilerdir: Her şeyden önce, Tora’yı incelemiş olduğunu varsaydığımız yazar, bu kutsal kitapta Tanrı ile ilişkileri önemli bir yer tutan Avraham Avinu’yu olduğu gibi es geçiyor. En önemlisi, sadece Musevi dinine inananların değil, Hristiyan ve Müslümanların da “peygamber” olarak gördükleri Moşe Rabenu ile Tanrı arasındaki “antlaşma” (= akit / İng.: “covenant”) olgusuna “tahrif” kuşkusunu katıyor. Son olarak da “seçilmişlik” konusunu “...modern zamanlarda gerçeklik zeminine ayakları sıkı sıkı basan insan...”lara atfen, “bilgisayar simülasyonu” veya “chatbox” şakalarını getirirken, “deney ve gözleme tabi olmayan” Tanrı’yı da sorgularcasına, her hafta iki ayrı peraşa yayımlayan bir gazetede Ateizm rüzgârlarını estiriyor!! Peki, bir an için diyelim ki bu konuyu felsefeye soyunanlarla Nitzsche’nin izinden giderek tartışalım – Einstein takıntısına ne buyurulur? Yazarımız, sağolsun, Einstein’a “hayranlık ve sevgi” beslerken, onunla birlikte gelişigüzel olarak sıraladığı kimi sıra dışı ve çığır açıcı kişiler için şu değerlendirmeyi getirmekte: “Elbette bu seçkin insanları seçkin kılan şey onların Yahudi geleneğine doğmuş olmaları değil, belirgin başka nedenler var.” Peki, nedir bunlar? Yazıda belirtildiği gibi “Hepsinin ortak özelliği bir vatan sınırına hapsedilemiyor olmaları” mı sadece? O kadar basit değil – ve bu bağlamda yazara “people of the book” tanımlamasını anımsatmak isterim; örneğin şu alıntıyla: “Ukrayna’da bulunan bazı tarihi kaynaklara göre 16. yüzyılda sadece Yahudi toplumunda kızlar için okula gitme zorunluluğu olduğu anlaşılıyor – dahası, Ortaçağ dönemlerinde dahi tüm Orta ve Doğu Avrupa Yahudi toplumunda okur-yazar olmayan yok gibiydi. Kıssadan hisse: Yahudiler, asırlar boyu ‘Kitapların Milleti’ olarak biliniyordu!..” (R.Schild: Savunmanın Son Çaresi – Gülmek; Arkeoloji ve Sanat Yay., İstanbul, 2013, s.45).

Kıssadan hisse, bu yeni köşe yazarına böylesine yakışıksız/yersiz bir denemesinden dolayı “hoş” geldin demek pek mümkün olamıyor gibi – daha çok, “bu yazıya ne gerek vardı?” sorusu akla geliyor!

*****

Yahudilerin “seçilmişlik” olgusuna ilgi duyanlara:

2002 Milletvekili Seçimleri öncesi, “seçmek” konusunda ayrı bir dosya yayımlamayı tasarlamış olan Türkiye’nin saygın düşünce dergisi “Cogito”, benden "Yahudilerin seçilmiş halk olması" üzerine kısa bir yazı istemişti. Böylesine sıra dışı bir öneriyi birazcık garipsemedim değil – ancak bir yandan bu davetten dolayı onur duydum; kaldı ki, hep ilgi duyduğum bu konuyu araştırmak için güzel bir fırsattı bu! Daha sonra yer darlığı nedeniyle yayımlanmayan ve arşivimde bulunan bu denemeyi, sırası gelmişken IYT okurları ile bugün paylaşmak isterim – konuyu değişik bir bakış açısından okumaya sabrı olanlarınız için...

Yahudilikte “seçilmişlik” olgusu

Robert Schild

Seçilmek, birden fazla aday arasındaki bir karşılaştırma sonucu üstünlük kazanmaksa, seçilmiş olmak, ilke olarak ayrıcalıklı bir duruma ulaşmaktır... Bu düzeye erişmek ise, başta özel yeteneklere bağlıdır; bu yeteneklerin kökenlerini de, seçilmiş kimselerin sosyal çevrelerinden çok, özyapıları ile yetişme/eğitim durumlarında aramalıyız.

Yahudi toplumunun ayrıcalıklı olduğu türünde, birçok ülkede yaygın olan genel kanı, acaba ne derecede doğrudur? Yahudilerin tüm dünya nüfusunun yüzde birini bile oluşturmamasına karşın, bugüne dek kazanılmış toplam takribi 600 Nobel ödülünün 130 adedinin bu dine mensup olanlara verilmiş olması veya örneğin A.B.D.’nin finans, basın ve bilim çevrelerinde önemli mevkilerde yer almaları, bu genelleştirmeyi haklı kılıyor mu? Konuyu bu açıdan incelemek, geniş çaplı tarihi ve toplumbilimsel bir araştırmayı gerektirecektir – ne var ki, burada değinmek istediğimiz olgu, “Yahudilerin seçilmiş bir toplum” olduğu savsözüdür.

“Seçilmiş halk” kavramı, doğrudan Tevrat’tan alınmadır. Tek tanrıya inanan her üç dinin kabul ettiği bu kutsal kitabın çeşitli bölümlerinde Tanrı, diğerlerinden üstün görüp, dolayısıyla ayrıcalıklı konuma getirdiği bazı kişiliklerin şahsında Yahudi halkını, kendisine ve insanlığa hizmet etmek için “seçtiğini” beyan eder. Bunların ilki, İbrahim Peygamber’dir: “Seni büyük bir ulus yapacağım, seni kutsayacak, sana ün kazandıracağım, bereket kaynağı olacaksın... Yeryüzündeki bütün halklar senin aracılığında kutsanacak.” (Yaratılış 12/2-3). Tanrı’nın, benzer biçimdeki ikinci seslenişi, Sina Dağı’nda On Emir’i sunduğu Musa Peygamber’in lideri olduğu İsrailoğullarına yöneliktir: “Şimdi sözümü dikkatle dinler, antlaşmama uyarsanız, bütün uluslar içinde öz halkım olursunuz... Siz benim için kâhinler krallığı, kutsal ulus olacaksınız.” (Çıkış, 19/5-6). Tevrat’ta yer alan aynı türdeki sayısız deyişlerinin bir diğeri ise, Yeşaya 49’da da bulunur: “Seni uluslara ışık yapacağım.”

Tanrı’nın bu beyanları, din bilimcilerince bir çeşit “antlaşma” (Anglo-Saxon terimiyle “covenant”) olarak da anılır. Şöyke ki, Tanrı Yahudi halkını “seçilmiş” mertebesine yükseltirken, ondan birçok istemlerde de bulunuyor. Bunlar dar anlamda, herkesçe bilinen On Emir olarak görülmekle birlikte, aslında Musa’ya Sina Dağı’nda verilmiş olan ve tarihi Yahudi dininin bir çeşit “anayasa”sını oluşturan 613 Emir’den oluşur. İşte, Yahudiliğin ayrıcalıklı konuma getirilmesinin “maliyeti”, bu kanunlardır!

Tevrat’a inananlar için birer tarihi olgu olan bu antlaşmaları ve etkilerini daha derinlemesine irdelediğimizde, seçilmişlik ile ilgili olarak şu dört ana soruyu tartışmamız gerekecektir: Tanrı, o dönemdeki tüm kavimler arasından niye İsrailoğullarını seçti? – Bu seçim, onlara ne tür külfetler getirmiştir? – Yahudi halkı, bu yükler ile başa çıkabilmiş midir? – “Seçilmişliğin” etiği ve olası sakıncaları nelerdir?

I. Birinci sorunun yanıtına Tevrat’ın hiç bir bölümünde rastlanmıyor. Yasanın Tekrarı bölümünde (7/7) “RAB’bin sizi sevmesinin ve seçmesinin nedeni, öbür halklardan daha kalabalık olduğunuzdan değil...” metni yer alırken, olası bir açıklama olarak “RAB size sevgisini göstermek ve atalarınıza ant içerek verdiği sözü yerine getirmek için güçlü eliyle sizi Mısır’dan çıkardı; köle olduğunuz ülkeden, Mısır Firavunu’nun elinden sizi kurtardı.” (7/8) denilmektedir; bir anlamda, Tanrı’nın İbrahim ile yapmış olduğu ilk antlaşmanın bir süreci olarak... Diğer bir yoruma göre (Yochanan), Tanrı İsrailoğullarını değil, “onlar, Tanrı’yı seçmişlerdir”; zira birçok ulusa sunmuş olduğu emir ve kanunları, ancak onlar kabullenmişlerdi! Kendini Yahudiliğin bir çeşit devamı olarak gören Hıristiyanlık ise, bu seçilmişliği yadsımaz; dahası, İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğunu inanan herkes için de geçerli saymayı uygun görür. Belki de bu nedenle Katolik Kilisesi, kendini bazı kaynaklarda “Yeni İsrail” olarak da adlandırıyor. Ne var ki Hıristiyan felsefesi, onu izlemeyenleri doğal olarak lanetlerken, bu yoldan dini yayımcılık ilkesini desteklemeyi yeğler. Bu olgu ise, kendisinde gördüğü tüm ayrıcalığa karşın, en köktenci Yahudi akımında bile hiç bir zaman etkin olmamıştır: bu dinin her hangi bir “misyonerlik” dürtüsü yoktur.

II. “Seçilmiş” olmak, İsrailoğullarına olumlu ayrıcalıklardan çok, külfetler getirmiştir. Her şeyden önce, alışık oldukları ilkel ve sorumsuz yaşama ve putlara tapmaya veda etmeleri ve Tanrı’nın, onlara verdiği Tora Kitabı’ndan türetilen 613 yasaya uymaları gerekiyordu. Günümüzün çağdaş yaşamında bu kuralların büyük bir bölümü artık uygulanmazken, Yahudi geleneğinin, aynen İslâm’da olduğu gibi, gene de birçok bağlayıcı baskıları olduğu yadsınamaz. Tanrı, İsrailloğullarını bir “kutsal ulusa”, bir “kâhinler krallığına” yükseltirken, Sina Dağı’nda bu kez halk ile varılmış olan “antlaşma”da onlara, bu sorumluluktan kaçmamaları için, açık biçimde gözdağı veriyor, “Bu kitapta yazılı bütün lanetler başına yağacak...” gibi (Yasanın Tekrarı, 29/20). Varılmış olan bu “antlaşma”nın diğer açık bir “tehdidi”, Amos 3/2’de bütün çıplaklığı ile şöyle dile getiriliyor: “Yeryüzündeki bütün halklar arasından yalnız sizi tanıdım; Bu yüzden suçlarınızı karşılıksız bırakmayacağım.”

III. Tarih içinde Yahudi halkının bu sorumluluğun altında ezilmediğini; dahası, kendisine yüklenmiş olan çeşitli kuralları, yaşadığı çağlar ve ortamlara göre uyarlamasını bildiğini savlayabiliriz. Şöyle ki, yukarıda andığımız 613 yasanın büyük bir bölümü, türetildikleri döneme özgün olarak, örneğin o dönemlerdeki arkaik tarım ve hayvancılık uygulamalarına veya tapınakların töresel idame biçimlerine, öte yandan gene birtakım ilkel yargı yöntemlerine dayandıklarından, günümüzde artık geçerliliğini yitirmişlerdir. Seçilmişlik olgusunun kendisi de, felsefi açıdan bugün değişik bir biçimde yorumlanabilir. Yahudi Aydınlanma Çağı’nın büyük düşünürü Moses Menedelssohn’un izinden gidecek olursak, Sina Dağı’nda ayrıcalıklı bir toplum olarak seçilmiş Yahudilerin görevi, bu ayrıcalığı sürdürmek zorunluluğu olmuşsa, torunlarına düşen, bu toplumun birlikteliğini asla yitirtmemekti. Tarih boyunca uğramış oldukları sayısız kıyımlara karşın (ve, kuşkusuz, bu kıyımlara bir tepki olarak!) bu birlikteliğini her dem koruyabilmiş olan Yahudi toplumunun, hedef olduğu benzersiz vahşetteki Nazi soykırımının ardından kendi ülkesine kavuşmuş olması, bu olgunun da dolaylı bir sonucu değil midir?

IV. Peki, bir halk topluluğunun binyıllardır sergilediği bu tür bir seçilmişlik duygusu, dışavurumu salt tepkisel olsa da, temelde doğru mudur? Bizzat kutsal Tora’da da yer alan, insanoğlunun eşitliği ilkesi ile çelişmiyor mu ve diğer toplumların (kısmen gerekçeli?) şimşeklerini üzerine çekmemiş midir? Tabii ki, evet! Daha ilkçağlardan başlamak üzere, “ayrıcalık eşittir ayrımcılık” kısır döngüsünden kurtulamamış olan Yahudi halkının Avrupa’nın hemen her ülkesinde karşılaşmış olduğu haksız davranışları ve uğradığı kıyımları, hiç kuşku yoktur ki başta bu nedenlere bağlamak gerekir. Tepkiler, bir düzmece olduğu anlaşılan “Sion Bilgelerinin Protokolü” suçlamasından, saygın tarihçi Arnold Toynbee’nin “hatalı bir yüceleştirme” türündeki yorumları üzerinden, Nazi düşüngüsünün “Uluslararası Yahudi Komplosu” safsatasına varacaktı – “Damdaki Kemancı” müzikalinin başkişisi, Rus Yahudisi Sütçü Tevye’nin şu haykırışına yol açarcasına değin: “Tanrım, biliyorum, tüm halklar arasından bizi seçmişsin – ancak, biraz da başkalarını seçemez miydin?!”

Ancak bu bağlamda altını çizmemiz gerekir ki, Yahudiler, “Tanrı’nın seçilmiş kulları” olarak anılmakla, bugüne dek uğradıkları haksızlıklar sonucu ödedikleri nice bedel karşısında, insanoğluna sundukları şu armağan, hiç bir zaman gözardı edilemez: Daha (Yahudilik öncesi dönemdeki) Nuh’dan başlayarak, İbrahim üzerinden, Musa Peygamber’e değin, birtakım özel “yetenekleri” olan, ayrıcalıklı kişiler aracılığı ile bizlere tek tanrılılığı getirmiş olmaları!

***

Tora alıntıları, Kitabı Mukaddes Şirketi’nin günümüz Türkçe’sine yeni çevirisiyle yayımladığı “Kutsal Kitap - Eski Antlaşma” (İstanbul, 2001) baskısına dayanmaktadır..

Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page