Yok daha neler?
top of page

Yok daha neler?




“Bir yaşıma daha girdim!” dediğiniz olur mu bazen? Uzun zamandır bildiğinizi sandığınız bir tabirin, bir atasözü ya da vecizenin kaynağını, nereden geldiğini duyduğunuzda şaşırır mısınız? Benim çok hoşuma gider, mesela “paşa çayı”nın pas chaud (“pa şo”, sıcak olmayan, ılık) çay olduğunu idrak etmek ya da seyahatlerin at üzerinde yapıldığı 18. yüzyıl İngiltere’sinden kalma “riding coat” deyiminin önce Fransızcaya ve sonra da diğer dillere redingot olarak geçmiş olduğunu öğrenmek. Geçenlerde İngilizcede kullanılan bazı deyimlerin etimolojik kökeni ile ilgili bir yazı okudum ve sizlerle de paylaşmak istedim.


Bir dahaki sefer yıkanırken suyun sıcaklığı tam istediğiniz gibi değilse eskiden İngiltere’de bu işlerin nasıl yapıldığını düşünün. 1500’lerde İngiltere’de işler şöyle yapılıyordu: İnsanların çoğu Haziran’da evleniyordu. Çünkü senelik banyolarını Mayıs ayında yapıyorlar, Haziran’da hala çok kötü kokmuyorlardı. Ama yine de kokmaya başladıkları için gelinler vücutlarından çıkan kokuyu bastırmak amacıyla ellerinde bir buket çiçek taşıyordu. Banyolar içi sıcak suyla doldurulmuş büyük bir fıçıdan meydana geliyordu. Evin erkeği temiz suyla yıkanma imtiyazına sahipti. Ondan sonra oğulları ve diğer erkekler, daha sonra kadınlar, sonra çocuklar ve en son olarak da bebekler aynı suda yıkanıyordu. Bu esnada su o kadar kirleniyordu ki içinde gerçekten bir şeyleri kaybetmek mümkündü. İngilizcedeki “banyo suyuyla birlikte bebeği de atmayın” (Don’t throw the baby out with the bath water) deyimi buradan gelmektedir.


Evlerin çatıları, üst üste yığılmış kamıştan yapılıyor, kamışların altında tahta bulunmuyordu. Burası hayvanların ısınabilecekleri tek yer olduğu için bütün kediler, köpekler ve diğer küçük hayvanlar çatıda yaşıyordu. Yağmur yağdığı zaman çatı kayganlaşıyor ve bazen hayvanlar kayarak çatıdan aşağı düşüyordu. İngilizcedeki “kedi-köpek yağıyor” (It’s raining cats and dogs) deyimi buradan gelmektedir.


Eskiden ekmek itibara göre bölüşülüyordu. İşçiler yanık olan alt kabuğu, aile orta kısmı, misafirler de üst kabuğu alıyordu. Bira ve viski içmek için kurşun kadehler kullanılıyordu. Bu bileşim insanları bazen birkaç gün şuursuz vaziyette tutabiliyordu. Yoldan geçen insanlar, bunların öldüğünü sanıp defnetmek için hazırlık yapıyordu. Bunlar birkaç gün süreyle mutfak masasının üstüne yatırılıyor, aile etrafına toplanıp yiyip-içerek uyanıp uyanmayacağına bakıyordu. Buna “uyanma nöbeti” deniyordu.


İngiltere eski ve küçük bir yerdi, insanlar ölülerini gömecek yer bulamamaya başlamıştı. Bunun için mezarları kazıp tabutları çıkarıyor, kemikleri bir depoya götürüyor ve mezarı yeniden kullanıyorlardı. Tabutlar açıldığında her 25 tabuttan birinde iç tarafta kazıntı izleri olduğu görüldü. Böylece insanların diri diri gömüldüğü ortaya çıktı. Buna çözüm olarak cesetlerin bileklerine bir ip bağlayıp bu ipi tabuttan dışarıya taşıyarak bir çana bağladılar. Bir kişi bütün gece boyu mezarlıkta oturup zili dinlerdi. Bir başka deyişle, ölmemiş olanlar zil sayesinde (saved by the bell) kurtulmuş sayılırdı.


Demem o ki, kim demiş tarihi bilgiler sıkıcıdır diye… Hâlâ bu gibi deyimlerin nereden geldiğini okuyup, “yok artık, daha neler!” diyebiliyorsak, hepimizin tarihten alacağı çok ders kalmış demektir.















Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page