QUEBEC’TEN BİR SES İYT VE ROMAN YAZARI RAHEL ÇELA BEHAR
- TÜRKİYELİLER BİRLİĞİ התאחדות יוצאי תורכיה
.jpg/v1/fill/w_320,h_320/file.jpg)
- 1 gün önce
- 9 dakikada okunur

İYT web sitesi yazarı Rahel Çela Behar Kanada’dan İsrael’de yaşayan kızını görmeye geldiğinde kendisiyle ilk defa karşı karşıya gelmemize karşın sanki kırk yıllık dostmuşuzcasına samimi bir sohbet gerçekleştirdik. Yönelttiğim ilk sorum şöyle oldu.
-Sana nasıl hitap etmemiz gerekiyor. Rahel mi, Çela mı? Yazılarında ve kitaplarında iki ismi birlikte kullanmanın nedeni ne?
Aslında bu soruya, önce Türkiye’de yaşayan soydaşlarımın doğduklarında aldıkları isimler ve bu isimlerin zaman içinde geçirdiği değişimlerden söz ederek başlamak isterim. Biz azınlıklar, içinde yaşadığımız toplumla uyum sağlayabilmek adına - kimi zaman mecburen, kimi zaman da içsel bir ihtiyaçla - isimlerimizi sonradan Türkleştirdik. Kimimiz bunu resmî olarak kimliklerimizde yaptık, kimimiz ise doğduğumuz isimleri koruyup, onların Türkçeye yakın söylenişleriyle anılmayı tercih ettik.
Elbette bu durumun altında yatan pek çok derin neden var. Rafellerin Rıfat’a, Leonların Levent’e, Salamonların Selim’e, Moizlerin Metin’e dönüşmesi; Avramların çoğunun Alper ya da Alp olarak anılması; Saraların Sibel, Serra, Sedef veya Selin’e evrilmesi; Kaden adını taşıyanların Kader’e, Fortunelerin Tuna’ya, Esterlerin ise Eslin’e dönüşmesi… Bunların her biri, bir uyum çabasının, bazen de kabul görme arzusunun sessiz bir göstergesi.
Bana gelince benim isim hikayemde öyle Türkleştirme gayreti veya amacı falan yok. Nüfus kâğıdıma geleneklerimizin uzatısı olarak babaannemin adı Rahel olarak yazılmış. Lise yıllarımın sonuna kadar öğretmenlerim ve arkadaşlarım bana hep Rahel derdi. Lise arkadaşlarım öyle de devam ettiler. İngilizce öğretmenimiz Dévora Salis, sınıfta kahkahalarla çok fazla güldüğümde elindeki uzun çubuğu masaya vurur, “Raşela, yeter artık!” diye seslenirdi. Hâlâ kulağımda çınlar o ses.
Evdeyse özellikle anne tarafım bana hep Çela dedi. Neden böyle kararlaştırılmış, hiç bilmem, ama sonra düşündüğümde Rachel isminin kıslatılmış hali olduğunu çözdüm. Baba tarafım ise ismimin onların annelerinin adıyla aynı olmasından olsa gerek, bana “Rahel” ya da “Rahelika” diye seslenmeyi severdi - en çok da halam.
Lise bitince, içimde iki ismin de bana ait olduğunu hissediyordum. Bu yüzden babama başvurdum ve mahkeme kararıyla nüfus kâğıdıma Çela ismini eklettim. O günden sonra Türkiye’de Çela olarak tanındım, yaşadım, büyüdüm.
Yıllar sonra Kanada’ya, Vancouver’a taşındığımda Or Shalom Sinagogu’nda ilk kez bir ayine katıldım. Rabbi beni cemaate tanıtmak için sahneye çağırdı ve adımı sordu. “Çela,” dedim. “Peki Yahudi adın var mı?” diye sorunca, “Rahel,” dedim. Beni iki ismimle tanıttı ama cemaatin kulağı Rahel’de kaldı. O andan sonra Kanada’da da Rahel oldum yeniden.
Aslında ikisi de benim.Birinden vazgeçmem mümkün değil.İsimler yalnızca harflerden ibaret değildir; evrene gönderdiğimiz seslerdir, kimliğimizin yankısıdır.
Rahel, benim için ruhsal bir anlam taşır. Anlamı ‘Kuzu” ve “iyi insan” demek… Benim bu hayatta olmaya çalıştığım şeye çok yakın: doğayı, insanı ve sevgiyi kucaklayan biri olmak. Babaannemin bana ilk torunu olduğum için hediyesi olan ismi, saklamak yerine yaşatmak istiyorum.
Çela ise günlük yaşamımın adı. Daha sade, daha sevimli, daha kolay… Ama aslında Rahel’in kalbinden doğmuş bir kısaltma gibi. (Rachel ingilizcesi – Chela kısaltılmış hali)
Kısacası, iki ismim de aynı kalpten çıkan iki ses.Hangisi ile hitap etmek isterseniz edin. ikisi de benim.
Kendinizi tanıtabilir misiniz? On yıldır Kanada’da yaşıyorsunuz, göç kararınızı nasıl aldınız?
İstanbul doğumlu, iki çocuk annesi, sıradan bir Türk-Yahudi kadınıyım. Kendi çapımda çalışarak bir şeyler üretmeye ve ortaya koymaya her zaman önem verdim. Maddesel olarak neler yaptığımı sorarsanız; otuzlu yaşlarımın başında perakende sektöründe Vakko’da çalışmaya başladım ve uzun yıllar aynı sektörde devam ettim.
2000’li yıllarda Nişantaşı’nda kendi markam olan Rachelbridal’ı kurdum. Çalışan idim, işveren oldum. Kendi tasarladığım ve atölyemde ürettiğim gelinliklerle sektöre adım attım. Kısa sürede tanındım, İran’a bayilik verdim ve hem yurtiçinde hem de yurtdışında gelinlik üretimi yaptım. Bu süreçte çeşitli televizyon kanalları mağazama gelip çekimler yaptı; bunlardan biri de TRT 1’de Dilara Koçak’ın mağazama gelerek o yılın gelinlik modelleri ile ilgili röportaj yapmasıydı. Üretken olmak hayatımın merkezinde olan bir değer.
Kanada’da yaşamak nasıl bir deneyim?
Kanada’da yaşamak benim ruhuma çok uygun. Bir yanım sosyal, bir yanım ise bireysel ve yalnızlıktan keyif alan biri. Kanada sessiz, sakin, doğanın korunduğu bir ülke; betonlaşma henüz doğayı tamamen ele geçirmemiş. Havaalanına adım attığınız anda bu sakinliği hissedebiliyorsunuz.

Rahel Behar Kanada Quebec'te
Ben geleneksel evleri ve doğası ile tamamen korunmuş aslına sadık kalınmış ama o derecede medeniyete sahip, betonlaşmanın elini değdiremediği küçük bir köyde, trafikten uzak, doğal bir ortamda, bahçem ve köpeklerimle yaşıyorum. Kanada’da yaşamak, bireysel yaşamak demek aslında. İstanbul veya Tel Aviv’in kalabalığı ve yaşam enerjisi burada yok; Montreal gibi büyük şehirlerde biraz bu canlılığı bulmak mümkün.
Özetle, Kanada bireysellikten hoşlanmayan, sürekli komşuluk ilişkileri veya grup toplantıları arayan kişiler için uygun bir yer değil. İnsanlar burada çalışır ve kendi evlerinde bireysel bir yaşam sürerler. Bu nedenle birçok Türk Kanada’ya gelip kısa süre sonra geri dönmektedir.
Benim Kanada’ya göç etme kararım ise İstanbul’un betonlaşması, doğadan uzak bir yaşam ve trafikten duyduğum rahatsızlıktan kaynaklandı; toprağa ve doğaya olan özlemim bu kararı vermemde etkili oldu.
- Beş yıla yakın süredir İYT web sitesinde yazılarınız yayınlanıyor. Ayrıca iki kitabınız var: “Elimi Tut” ve “Gardırop”. Yazı yazma tutkunuz nasıl başladı ve yoğun yaşam temposunda bunu nasıl başarıyorsunuz?

Okumak ve yazmak, bilincimin açıldığı ve varoluşumu hissettiğim ilk anlardan itibaren ruhumda var olan bir durum. Ailemde kime benzediğimi bilemiyorum; çünkü çekirdek ailemde öylesine büyük bir okuma tutkusu yoktu. Evimizde kütüphane dahi yoktu, ama günlük gazeteler evimize gelirdi. Ben ise küçük yaşımdan itibaren kitap satın alıp okumaya başladım ve ailem her zaman bu konuda beni destekledi.
Şişli’de Perihan Sokak’ta oturduğumuz dönemde, yedi-sekiz yaşlarındayken harçlığımın tamamını Şişli Pasajı’ndaki kitapçıya yatırırdım. Pollyanna, Küçük Kadınlar, Kemalettin Tuğcu’nun tüm kitapları, Mark Twain’in eserleri… Daha sekiz yaşındayken evde kendi küçük kütüphanemi oluşturmuştum bile. Annem beni tanıtırken sık sık “Bu kız kime çekmiş, yere serilmiş gazete kağıtlarını bile okumak istiyor” derdi.
Lise yıllarımda, Şişli Koleji’nde kütüphane kolundaydım ve edebiyat derslerim oldukça iyiydi. Yazı yazma serüvenim ise hayatın akışı içinde yavaş yavaş şekillendi. İlk ciddi deneyimim, Göztepe Kültür Dergisi’nde kitap sayfası yazmak ve haftalık okuduğum kitapları yorumlamakla başladı. Sonrasında birkaç yazım Marie Claire dergisinde de yayınlandı.
Yazı yazmak kolay değil, açıkçası. Bu yolda ilerlemek için maddi bağımsızlık çok önemli. Yoğun tempolu bir yaşam içinde yazmayı başarmamın sırrı ise, yazmayı sadece bir iş olarak değil, bir ihtiyaç ve tutkuyla yapmam. Yazmak benim nefes alabileceğim, kendimle baş başa kalabileceğim bir alan.
Her şeyden önemlisi, ben yazı yazmayı ve düşüncelerimi paylaşmayı hayata karşı ödenmesi gereken bir borç olarak görüyorum. Dünyaya fayda sağlamak sadece maddiyat ile olmaz. Eğer okuduğumuz yazarlar düşüncelerini kendilerine saklasalardı, medeniyet ve insanlık bu kadar yol kat edebilir miydi? Bu dünyada, insanın varoluşunu destekleyen ve onu ileriye taşıyan, hiç üşenmeden bir odaya kapanıp yazı yazan yazarlar var. Biz de onların düşüncelerini okuyarak kendimizi anladık ve yeri geldi onların düşünceleri sayesinde, sorunlarımızı çözdük.
O yazarların sözleri, bazen en sıkıntılı ve çıkışı olmayan gibi görünen durumlarda bile bize çözüm yolları gösterir ve varoluşumuza destek olur. Ben de daha küçücük yaşlarımda okuduğum Pollyanna ile hayatın zorluklarına pozitif bakmayı, güçlüklerle baş etmeyi ve hayata umutla ilerlemeyi öğrendim.
Şimdilerde her hafta okuduğum Torah-Tevrat’tan Paraşalar-haftalık hikayeler yolumu aydınlatıp hayatımın anlamlandırmama yardımcı oluyor. Demek ki yazılıp çizilen her şey insanlığa büyük değer katıyor.
Peki, benim bu borcu ödemek için yapmam gereken nedir? Bunun tek bir yolu var. Yazı yazmak, düşüncelerimi paylaşmak… Böylece insanlığa ve kişilere bir nebze faydam olursa veya ilham verebilirsem, kendimi o yazarlara, yani okuduğum o kişilere borcumu ödemiş hissediyorum. Ve bu nedenle, ne kadar yorgun olursam olayım, az da olsa dünyaya bir katkım olsun diye klavye başına geçip düşüncelerimi akıtmaya çalışıyorum.
Kitaplarında yaşanmışlıklardan mı etkileniyorsun? Örneğin “Elimi Tut” adlı kitabında Doktor Cüneyt ve Nergis gerçek mi, yoksa hayali kişiler mi?

Ben ansiklopedik bilgilerden çok kurgu okumayı severim. Kurgu romanlar ve hikayeler, hem bilgi verir hem de birçok yaşam tecrübesini ve hayatı derinlemesine anlatır. Okuyan kişi de bu hikayelerden dersler çıkarır ve bunları kendi hayat yolunda kullanabilir.
Bu yüzden kitap yazmaya karar verdiğimde kafamda hazır kurguladığım hikayelerden yola çıktım. İki kitabımdaki kahramanlar da tamamen hayali. Elimi Tut kitabındaki Cüneyt ve Nergis baş kahramanlar değil; yan karakterler baş karakterler Leman ve Aşir, tamamen hayali kişiler. Gardrop kitabımda da Mimar Tülay hayali bir karakter ve olaylar tamamen kurgusal.
Tabii ki kitaplarımda etkilendiğim mekanlar, gözlemlediğim kişilikler ve yaşamın bana yansıttığı izlenimlerden esinlendim. İki kitabımın merkezinde de İstanbul var: Doğup büyüdüğüm, bazen çok kızdığım ama bir o kadar da sevdiğim, özlediğim şehir. İstanbul, hikayelerime hem ruhunu hem de renklerini veren bir karakter gibi.
-Çok eski bir Burgaz Ardalı’sın. İki yıl önce kaybettiğin baban geç yaşta bile çok spor yapan, bu ada ile özgünleşmiş inancı ile de kendine özgü bir kişiydi. Yazılarında ve yaşam yolunda onun izlerini taşıyor musun?

Rahel Behar babası İzak (İzzet) Behar ile
Evet doğma büyülü atmış yılı aşkın bir Burgazlıyım. Ama ‘Bir Burgaz tutkunu muyum’ diye sorarsanız cevabım ‘Hayır’. Burgaz tutkunu da değilim, ada tutkunu falan hiç değilim. Ada hayatı herzaman beni çok sıktı, fazla keyif vermedi. Adalılar arasında çok popüler olan ne rakıyı severim, ne rakı sofrasını, ne de o rakı sofrada yapılan uzun muhabbetleri; ve adada iken bir çok kez kendimi bir açık hava hapishanesinde gibi de hissetmişimdir. Bana ‘ada’ dendiğinde bol dedikodunun ve boş muhabbetlerin yapıldığı ve zamanın boşa harcandığı bir yer olarak anımsatır ve orada geçirdiğim yıllar da boşa geçmiş zamanlar.
Babam adayı çok severdi. Ben anne babama, kısaca aileme çok düşkündüm onların adada olması beni de yıllarca evlilik dönemimde annem ve babama yakın olmak sevdası ile adaya taşıdı ama sonra gitmeyi bıraktım.
Senin kitabını ‘Çocukluğumun Büyükadası’ nı okurken düşündüm. Nasıl da dolu dolu yaşamışsın adayı ve anlatmışsın, ve sevmişsin adayı bir yeri böylesine kitaba taşıyacak kadar sevmek güzel. Hayran kaldım. Ama ne yazık ki ve açık söylemem gerekirse uzun yıllar adaya gitmeme rağmen senin kitabında okuduğum sağlam dostluklar, ve maceraları ben ne çocukluğumda ne sonrasında ne buldum ne de yaşadım Burgaz adasında. Benim için hatırladığım en değerli anılar annem ile babam ile paylaştığım ada günleridir. Babamın balığa çıkması getirdiği balıkları hem ada halkına dağıtması hem de bize keyifle pişirmesi, bazı günlerde benim de zaman zaman saat beşte babamın sandalına binip ona katılmam gibi.
Son yıllarda ben yoga yapmaya başladıktan sonra babamın başında şapka, sandalda, ayakta saatlerce hiç konuşmadan oltaya konsantre olarak beklemesini düşünür oldum, ve babamın günümüzde çok moda olan meditasyon uygulamalarını, o zamanlar kendi kendine çözdüğünü ve uyguladığını düşünüyorum.
Babam, sade, dürüst, çalışkan, sportmen (Atlet), ailesine bağlı, arkadaş, insan canlısı, humanist bir insandı. İyi bir baba ve dede idi.
İnsanın doğduğu aileden izler taşımaması mümkün mü, tabi ki ben de hem annemin hem de babamın izlerini taşıyorum ve yürütüyorum.
Anne ve babamın ortak özellikleri kibirden uzak, hoş görülü ve arkadaş canlısı, insan seven ve dil, din ırk ayırt etmeyen insanlar idiler. Evimiz ve soframız herkese açıktı.
Açik söylemem gerekirse ben anne ve babam gibi çok fazla hoşgörülü değilim.

Rahel Çela çocuklarıyla Hayfa'da Bahai Bahçesinde
Babamın inancına gelince Bahai dininin öğretisini küçük yaştan itibaren benimsemişti.
Babam yahudi bir aileden geliyordu. Küçük yaşta sinagoga ikiz kardeşi Nesim ile gönderilmiş ve Torah ve İbranice’yi öğrenmişti. Sonra ne olduysa bir hahamın babama ve ikizine bazı konularda ayırım yapması babamı sinagogtan soğutmuş ve bir yerde bulduğu bir Bahai bröşürü değişimine neden olmuştu.
Yıldız Kenter’e bir roportajda ailesindeki dini inanışla ilgili soru sormuşlardı. Anneleri İngiliz asıllı Olga idi. Ve ailesindeki dini inanışla ilgili Yıldız Kenter ‘Ailemizde bizim inanışımız, insan sevgisi, ve dürüstlük üzerine kurulmuştu, din yoktu diye yanıtlamıştı.
Bizim evimizde de insan sevgisi, hoş görü, dürüstlük din faktörünün önünde idi.
Babam yine tek Tanrılı bir inanışa geçmişti ama Yahudi idi. Yahudi olmak ile dini inanışı birbirine karıştırmamak lazım. Bir çok Yahudi olarak doğmuş ama farklı inanışta kişi var, Örneğin 1931 doğumlu Rus kökenli yazar Irvin David Yolam Yahudi yazar, Yahudi ve ateist olduğunu kitaplarında satır aralarında belirtir. Ve kendini kültürel olarak Yahudi ama inanç anlamında ateist veya agnostic olarak tanımlar.
Kısaca kişi kültürel olarak Yahudi olabilir ama ama farklı inançlara sahip olabilir. Evimiz babam ve annem tamamen köklerinin taşıdığı Yahudi-Seferad kültürü ile yaşadılar ve biz çocuklarına Yahudi kültürünü örf ve adetlerini en ince detayına kadar aktardılar.
-Üzerinde çalıştığın yeni projelerin var mı?
Üzerinde çalıştığım iki projem var.
Biri yine bir kurgu roman 350 sayfasını tamamladım. Adı Mazal-Kısmet
Yine İstanbul hikayesi. İçice geçmiş ve belli bir düzlem üzerinde anlatmadığım, 1960 lar öncesi ve sonrası bir hayat hikayesi ve hikayeleri. Ama üzerinde çalışmam ve zenginleştirmem gereken bölümler var.
Diğeri ise ‘Aya Merdiven Dayayan Kız’ bu bir çocuk kitabı. Masalı tamamladım. Hangi dilde bastıracağım konusunda karar veremedim. Ve tabii illüstrasyon-resimlendirme aşaması var önümde.

Nelly ve Yakup Barokas Rachel Çela Behar ile birlikte
– İsrail’e ilk gelişin değil. Bu gelişinde seni en çok ne etkiledi?
İsrail’e üçüncü gelişim. İlk kez 12 yaşlarındayken, babamın kardeşlerini ziyaret etmek için ailemle birlikte gelmiştim. İkinci gelişim ise 2012 yılında, tamamen turistik bir ziyaretti.Ama bu sefer her şey çok farklı… Artık kalbim burada çünkü kızım burada yaşıyor. Kısacası, İsrail artık benim için sadece bir ülke değil, aynı zamanda bir “ev” oldu.
Bu gelişimde, önceki ziyaretlerime göre çok daha derin bir etki hissettim. Kızımın yaşadığı şehre hayran olmamak elde değil. Birçok ülke gezdim ama Tel Aviv gerçekten “yaşamın merkezi” duygusunu veriyor insana. Gençlik, enerji, hayat, mutluluk, umut… Her şey var bu şehirde. İsrail’in dünyanın en mutlu ülkeleri arasında yer alması hiç şaşırtıcı değil.
Ayrıca bu gelişim, benim için tarihi bir ana da denk geldi. 13 Ekim 2025’te, iki yıldır rehin tutulan kardeşlerimizin kurtuluşuna burada tanıklık etmek tarifsiz bir duyguydu. Kipur Kefaret Bayramı’nı ve Sukot’u İsrail topraklarında geçirmek ise hem ruhen hem kalben bambaşka bir deneyim oldu.
Gerçekten de bu ülkenin yaşam enerjisi, insanın içini ısıtıyor ve umutla dolduruyor.
Sevgili Yakup Bu köşede yazdığım yazılar vesilesiyle seni ve Nelly’yi İsrail’de tanımak, sohbet etmek gerçekten çok anlamlı ve güzeldi.Röportaj vesilesiyle düşüncelerimi paylaşma fırsatı bulduğum için çok mutluyum. İsrail’de geçirdiğim bu dönem, hayatımda unutulmaz bir yer edindi.İlgin ve nazik sohbetin için içtenlikle teşekkür ederim.
Yakup BAROKAS




Yorumlar