top of page

EVİM OTELDİ....




“Küçük evde yaşamak istiyordum. İki artı bir neyime yetmezdi. Sabah evden çıkıyor, gece yorgun argın eve varıyordum. Sokakta yediğim yemeğin ardından bir meyve neyime yetmezdi. Ertesi sabah aynı şekilde acele ile fırlıyor, ofisimde içtiğim kahvenin yanındaki boğaça neyime yetmezdi. . Yemekhaneye zor yetişiyordum, bir salata iki patates neyime yetmezdi.Bol kahve veya bolca çay. İş çıkışı bir iki arkadaş ile buluşuyordum. Evime misafir ağırlamak fikri nerede ise yok olmuştu. Tüm davetler dış mekanlarda yapılıyordu.Kutlamalar party house larda,  annelerimizin kabul günleri yani daha bilinir tabiri ile fiksler bile ya klüplerde ya da cafelerde gerçekleşiyordu.Pastahanelerin tıkış tıkış gürültülü lokallerinde komşu görüşmeleri yapılıyor, okul arkadaşlıkları tazeleniyor,evimize özenle aldığımız takımlar bardaklar aralarında fısıldaşıyordu adeta.Hiç kullanmadığımız salata kaseleri talihlisini bekliyordu.En çok dikkatimi çeken ise apartman toplantıları idi.Bu toplantılar bile apartmanların içinde değil dışında  gerçekleştiriliyor, binanın sorunu binanın dışında tartışılıyordu.”

 

 

Bu benim yaşamın değildi ama çoğu gencin rutini idi ve bizi de nerede ise evimizin otel olduğuna inandırıyorlardı. Ve aniden trendler değişti. Sokaktan eve girmeyenler evden sokağa çıkamaz olunca evler kıymete bindi. Kimimize atölye (örneğin bana), kimimize büro, kimimize satış ofisi oldu. Sinema salonlarını kendi salonlarımıza taşıdık, hatta filim seyrederken havamızı bulmak adına mısır bile patlattık. Buzdolabımızda atıştırmalık dışında, yiyeceğimiz bulunması gerektiğini öğrendik. Havucun faydaları, zerdeçalın rengi, pekmezin kıvamı konuşuluyordu artık. Hepimiz fırıncı ustasına dönüştük. Kimin ekmeği daha çok kabarıyor diye ninelerimizin sohbetine rağbet etmeye başladık. Tek bir fark vardı: yaratıcılığımız. Devreye giren yaratıcılığımız ile ekmeği pasta seviyesine taşıdık.

 

 

Ve evimizin güneş görmesinin ne kadar önemli olduğunu, yatak odamızın havadar olmasının değerini fark ettik. Önceleri envanter yaparcasına çekmecelerimizi düzenledik. Ve neler neler bulduk. Fotografların yanısıra sakladığımız tiyatro biletleri ve librettoları, senlerdir giymediğimiz ve artık ne zaman giyeceğimiz belli olmayan kıyafetler, klasik diye dolaba attığımız beyaz gömlekler...Gördük ki nerede ise dolabımızın üçte birinde etiketler hala duruyor. Ve biz hala almaya devam ediyoruz. Ya beyaz iş masa örtülerine ne demeli, kolalı saklanıyorlardı. Bavul lekesi olmaması için dua ediyor ama bir türlü gün yüzüne çıkartmıyorduk. Parlatmak zor diye gümüşlerini saklayan dostlarım var. Halbuki evimizi ışıldatsınlar diye satın alındılar. Sadeleşmek adına yaptığımız bu hamleler bizi mutlu mu ediyordu acaba. Geçmişimiz ile bağlarımızı kopartmak hoşumuza mı gidiyordu.

 

Bir gün kızım eve geldi kahve içecekti dolabı açtım kahve fincanına elimi uzattım. O anda bana dedi ki “kahvemi büfenin içinde duran fincanda içebilir miyim?” “Neden?” dedim.” Bak anne bu çok değerli dediğin fincan üç nesil gidene el sallıyor. Büyükannenin annesine el salladı, büyükannene el salladı, annen sana verdi, sen bana vereceksin ama içinde bir kahve içen yok.” Birden içim cız etti. Sözleri doğru idi. Kırılmasın takımı bozulmasın diye kullanmadığım her şey benim de arkamdan el sallıyacaktı. Müsade etmemeli idim. Çok zor oldu saklamaya alıştığım objelerimi kullanmaya başlamak, zor oldu iyi günde kötü günde lazım olur diye bohçada tuttuğum yatak örtüsünü sermek, zordu evimi yeniden yaratmak. Zor ama imkansız değildi, çünkü evim otel değil yaşam alanımdı...

 

 

Sevgili gençler sizler de evinizden bir otel yaratmayın lütfen evinizi yaşanır bir yuva, dağıtılan bir mekan, keyf çatılan bir yer haline getirin.... Böylece her otel odasında evinizin sıcaklığını bir kez daha  özleyin. Dönüş sizin mutluluğunuz olsun....








Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page