(Yazarın yazısını sesli dinlemek için tıklayınız)
Şu sıra nedense zihnimde dilime dolanmış bir şarkı gibi “Taş yerinde ağırdır” atasözü çınlıyor. Her şeyin yerinde güzel olduğunu, önem taşıdığını, değer gördüğünü, ve anlam kazandığını ifade eden bir atasözü... Bir ölçüde, her şeyin ortaya çıktığı kendi ortamında ve ait olduğu yerde serpilip geliştiğini ve anlam kazandığını söylüyor. Bana “şimdi ve burada olma” (Mindfulness) felsefesini çağrıştırıyor... yani, hayatta gerçek değerin bulunduğun mekan ve anın içinde gizli olduğunu ifade ediyor.
Bu atasözü de nerden geldi aklına diyeceksiniz... Her şey Covid-19 karantina döneminden çıkıp Türkiye’ye gelişim ve özlediğim insanlara, mekanlara ve tatlara kavuşmamla başladı. Bu sayede, özlem duygusuyla ilgili yeni bir farkındalığa erdim... Mindfulness felsefesiyle harmanlayınca, “özlem”in farklı yüzlerini görür oldum... Özlediğim kişilerle görüştükçe, özlediğim mekanlarda bulundukça ve özlediğim tatların yeniden zevkine vardıkça, onları sandığımdan çok daha fazla özlemiş olduğumu anladım... Farkına vardım ki, uzaktayken duymuş olduğum özlem ile anın içinde özlemimi giderirken hissettiğim özlem duygusu arasında büyük fark varmış... Hatta, zihnen ve ruhen tümüyle anda kaldığımda hiç bir şey için özlem duygusu taşımadığımı fark ettim. Meğer, özlem duygusu sadece ve sadece bir uyaran sayesinde tetikleniyormuş... ve o şekilde içimizde hayat buluyormuş.
Kabul ediyorum, bunlar fazlasıyla soyut kaçıyor... Gelin bir kaç soru ve kısa bir hikayeyle aklımdakini somutlaştırayım... Mesela, hiç düşündünüz mü, özlemek nedir? Bir şeyi, kişiyi, yeri veya tadı özlediğinizde nasıl hissediyorsunuz? Peki ya, özlem duyduğunuzu nasıl anlıyorsunuz? Özlem hissi hangi an veya noktada gerçekten başlıyor? Yanıtlaması zor gibi görünüyor... İlginç bir şekilde, Covid-19 karantina döneminde dört ay boyunca sabır ve özlemle sevdiklerime kavuşmayı beklediğim, sonrasında buluştuğum, ardından kendi kendimle kaldığım sıralarda bu sorulara yanıt bulduğumu düşünüyorum. Yanıtları bulmakla kalmayıp, aynı zamanda özlem duygumu tatmin etmede ustalaşma yolunda ilerlediğimi sanıyorum... Çünkü, bu farkındalıkla, artık, her anın tadına doyasıya varıyorum... aldığım tadın, duyduğum kokunun, ve sarıl(ama)dığım kişilerle beraber olmanın keyfini çıkarıyorum... Aynı şu hikayede geçen kişinin çıkardığı gibi...
***
Bu hikaye, İstanbul’da doğmuş, hayatının büyük çoğunluğunu İstanbul’da geçirmiş, ve son bir kaç yıldır yurtdışında yaşayıp belli aralıklarla İstanbul’u ziyaret eden bir kişiye ait... Her yaz olduğu gibi bu yaz da ailesini, yakınlarını, ve sevdiği yerler ve tatlarla yeniden buluşmak üzere İstanbul’a gelmiş. Günlerden bir gün arkadaşıyla buluşmak üzere Beşiktaş-Kadıköy Şehir Hatları vapuruna binerek boğazı deniz yoluyla aşmış. Aslında, tek arzusu aylardır görmediği ve çok da özlediği arkadaşıyla biraz bugünü yakalamak, biraz da eski günleri anarak keyifli vakit geçirmekmiş.
Ne ilginç ki, henüz yoldayken, ne çok şeyi özlemiş olduğunun farkına varmış... İstanbul boğazının masmavi sularını... dibinde gezinen balık sürülerini... havada vapurun etrafında uçarak oynaşan martıları... vapurun arkasından çıkan beyaz köpükleri... vapurun yan açık tarafında oturup güneş ışınları ve rüzgarın yüzünü okşamasını... çıtır çıtır susam kaplı sokak simidi ile Türk çayının birlikte yarattığı eşsiz lezzeti... çevresinde Türkçe konuşmaları duymayı... ne de çok özlemiş...
Bir yandan yol alırken, boğazın iyotlu havasını soluyup, ciğerlerinin en dip köşesine kadar tüm şehri içine çekiyormuşçasına ve içinde saklamak istiyormuşçasına nefes almış ve vermiş. İşte o ana kadar hiç mi hiç farkında değilmiş... yirmi dakikalık basit bir vapur yolculuğu bu kadar değerli ve anlamlı olsun... Hatta, bu yolculuğa hiç bir özlem veya anlam yüklemeden, alelade bir “karşıya geçme” olarak yola çıkmıştı. Meğerse, yolculuğun barındırdığı her bir unsuru –simidi, çayı, beyaz köpüklü dalgaları, oynaşan martıları, vs. ne kadar da özlemiş... hatta özlemiş olduğunu ancak o anı yaşarken, onları görünce, yeniden tadınca ve deneyimleyince gerçekten özlediğinin farkına varmış.
***
İşte bu hikaye kendimizi kolaylıkla içinde bulabileceğimiz bir hikaye... İstanbul Boğaz hattını veya Adaları dolaşan vapura binmiş olan herkesin aşina olduğu kısacık bir kesit... Asıl can alıcı soru şu: Bu satırları okuduktan sonra içimizde bir özlem duygusunun canlanıp canlanmadığı... Okuyana kadar hiç aklımızda bile yokken “aahhh... orada olmak vardı!” hissiyatı taşıyıp taşımadığımız... Diyeceğim o ki, bence bir özlem duygusu ancak onu hatırlatacak, beş duyumuzla bizi uyaracak ve anıları canlandıracak unsurların varlığına bağlı.
İşte benim şu son dönemde özlem duygusu ile ilgili farkına vardığım şey, hiç bir kimsenin durup dururken bir anı, kişiyi, mekanı veya tadı özlemeyeceği, hatta özleyemeyeceği... Tabii ki anda kalmayı –şimdi ve burada olmayı hayat felsefesi edinmiş olmakla bağlantılı. Boşuna “gözden ırak gönülden ırak” denmemiş... Gözümüzde –yani aklımızda, dikkatimizde, odağımızda, çevremizde, hatta beş duyumuzla algıladığımız her şeyde ne varsa, gönlümüzde de o var... yoksa da yok! Uzun lafın kısası, diyorum ki, “gönül ve özlem açısından, taş ancak göz ve dikkatin olduğu yerde ağırdır...” Ya siz ne diyorsunuz?
İstanbul’dan sevgiyle...