robert shild - TÜRKİYELİLER BİRLİĞİ
top of page

Search Results

"robert shild" için 309 öge bulundu

  • “Çifte Körlük” – ne zamana kadar..?

    Ne yazık ki İsrael’in bugün içinde bulunduğu durum, Biden ve ekibi gibi talihsiz bir ABD yönetimine rastlıyor! Öte yandan, daha önceki üç dönemde de Beyaz Saray ile Pentagon’un Orta Doğu’daki gelişmeleri akılcı biçimde değerlendirmediği apaçık ortadaydı… ABD, en azından Demokrat Parti Başkanları süresince İran'ın savaşçılığını tam anlamıyla görmezden gelmiştir. Nükleer programı hakkında dünya liderlerini sürekli olarak aldatan Mollalar Cumhuriyeti, yeraltında kurduğu zenginleştirme tesislerinde nükleer silahlanma için gittikçe artan miktarlarda bölünebilir uranyum üretmeyi sürdürürken, bazı kaynaklara göre bugün %60’a varmıştır… Obama döneminde imzalanmış bulunan karşılıklı anlaşmalar ile İran’ın kolayca “satın alınabileceğine” inanılıyordu – oysaki mollalar, Orta Doğu’da bir Şii hakimiyeti kurmak dürtüsü uğruna İsrael’i yok etme kartını oynamayı sürdürmekteydi! Keza, inançlarını maddi teşviklerin çok üzerinde tutan bu kökten dinci yönetim, yalanlarına devam edip batıdan sağladıklarıyla palazlanarak, bölgedeki terörist “vekil”(proxy)lerini güçlendirmesini bilmiştir. Benzer bir “körlük”, Netanyahu hükümetine de hakimdi kuşkusuz – Hamas’ın para ile oyalanabileceği ve susturabileceğini varsayarak, bu örgütün de aynı şekilde yeraltında 500 km’ye uzanan bir kıyım sanayii merkezi kurmasını ya algılayamamış veya engelleyememiştir… Pek katılmadığım, ancak bir zamanlar Türkiye’de yaygın olan “Yahudi’nin aklı sonradan gelir!” deyişini şimdi ne yazık ki kullanmak gerekiyor: İbrahim Antlaşmaları’nın ardından, bu kez de Suudi Arabistan-İsrael arasında görülen yakınlaşmanın önüne geçmek için İran’ın, Hamas aracılığı ile Orta Doğu’da bir savaş başlatacağını ne yazık ki ne İsrael ne de ABD öngörebilmişti. İşte buyurun size bir “çifte körlük” daha! Yetti mi? Yetmediii…  – Birazcık geriye gidecek olursak, 1) 2021 yılında Biden yönetimi, Suudi Arabistan'ın Yemen'deki İran destekli Hutilere karşı yürüttüğü askerî harekâta verdiği desteği kesti – daha sonra da Huti savaşçılarını terör örgütleri listesinden çıkardı... 2) 2008 yılından bugüne dek birkaç kez Gazze'de patlamış olan İsrail-Hamas çatışmalarında ateşkesin sağlanması için en büyük çabayı göstermiş olan taraf, hep ABD olmuştu! 3) Bundan öte, ABD orduları Orta Doğu'dan büyük ölçüde çekilerek, diğer güçler tarafından kolayca doldurulabilecek diplomatik ve stratejik boşluklar bıraktı… …ve tüm bu “eylemsizlikleri” fırsat bilen Çin, İran ile 25 yıllık bir petrol karşılığı teknoloji ve silah antlaşması imzaladı – dahası, İran ile Suudi Arabistan arasında yakınlaşma rüzgârları estirmeye girişti! Bu arada İran, başta Ukrayna’ya karşı kullanılmak üzere Rusya’ya çok sayıda İHA ve füze satmaya başlayacaktı… Peki, ABD ve İsrail yönetimlerinin gözleri şimdi açıldı mı? Karşı karşıya kaldığı ve iki bine yakın sivil/asker vatandaşının ölümüne neden olmuş üç cepheli savaş üzerine, ayrıca salt bencil nedenlerinden dolayı Netanyahu, göbekten bağlı olduğu aşırı sağcı koalisyon ortaklarının da dürtüsüyle, “öne doğru kaçış”tan başka çare görmüyor… Biden ve takımına gelince – onlar, Kasım seçimlerinin gölgesinde hareket etmek zorundadır – ve hepimizin gün be gün izlediği “zig-zag” tutumuyla ABD dış siyaseti, tarihinde görülmemiş bir istikrarsızlık sergiliyor! Vakit ise gerek İsrael gerek ABD’nin aleyhine çalışmakta: Uranyum zenginleştirilmesinin yanı sıra, İran Natanz'da yeni bir nükleer tesis inşa etmeye başladı... Bu tesisin bir dağın gerisinde ve 100 metre derinlikte olması öngörülüyor. Endişe şudur ki, bittiğinde ne İsrailliler ne de Amerikalılar burayı bombalayıp yok edebilecek! Bu bağlamda ABD güvenlik uzmanı Mark Dubowitz birkaç gün önce şu çarpıcı öneride bulunmuş: “İsrael, Hamas'ın Gazze’de kalan dört veya altı taburu ile İran'ın nükleer silah üzerinde çalışan iki düzine bilim adamı arasında bir seçim yapmak zorunda kalacaksa, benim güçlü önerim, bilim adamlarını ortadan kaldırmak olurdu." Yukarıdaki iki paragrafın sezindirdiği iletiler apaçık ortadadır: Yıllardır İran'ın nükleer silah geliştirmeye yakın olduğu söyleniyordu – ancak bugün artık uyarı zilleri çalmaya başlamıştır… Mollalar, vekillerinin yerlerine sahaya kendileri inmeyi hazırlanıyor! Geçtiğimiz hafta içinde gözlemlediğimiz “asimetrik” güç ve başarı dengesiyle, İran’a karşı belirlemiş gibi görünen “sanal” devletler koalisyonu, İsrael’i sanki eyleme zorlamakta! Kısa tarihi boyunca giriştiği savaşların hemen tümünde savunmada bulunmuş bu ülke namluyu acaba çevirecek mi korkusu yayılıyor gibi… Mark Dubowitz bu konuda “Hamaney geçen haftaki saldırıyla aslında hepimize bir iyilik yaptı" diyor: "Boşlukları doldurdu: (…) Bu, İsrail ile İran arasında bir savaştır. Sayın Biden, şimdi ortaya çıkanı örtbas edebilecek mi?” ***** Daha ayrıntılı bilgiler için; yararlanılan kaynaklar https://open.substack.com/pub/futureofjewish/p/when-will-america-learn?r=23fu2h&utm_campaign=post&utm_medium=email Iran’s Threat Emerges Into Daylight - WSJ

  • İnsanoğlunun içindeki “iyilik” hakkında…

    Düşüncelerine, yorumlarına değer verdiğim Burgazadalı tiyatrocu bir dostumdan geçen gün şöyle bir mesaj aldım: “Bu bataktan ancak barış, dayanışma, birlikte yaşama kültürüne koşulsuz inanan ve savunan aydınlar ve halk sayesinde kurtulmak mümkün. Burgaz adaya neden büyük bir aşkla sahip çıktığına, kıymetinin hepimizin farkında olmamızı sağladığın değerleri şimdi daha da iyi anlıyorum. – Hamas bir terör örgütüdür! Nokta! Ama Filistin halkının da özgür ve bağımsız yaşama hakkı vardır. Ve bunca yıl yüzlerce aydının iki halk arasında kurmaya çalıştığı köprüler, öngörüsüz politikacıların anlık hamasetlerinden elbette ki çok daha zordur. Ama insanın bir başka insanın yüreğinden başka sığınacağı neresi olabilir ki? Her zaman dostlukla…” Bana göre çok içten gelen bu gönderiye belki bazılarınız “naif” yaftasını yakıştırabilir… Bu düşünceye de İsviçreli yazar Nora Gomringer şu açıklamayı getiriyor: “İnsanların, insani iyiliğin bir özlemden başka bir şey olmadığını anlayana kadar saf olma hakkına sahip olduklarını vurguluyorum. Görüşlerinin varsayımlarına göre şekillenmesi onların meşru haklarıdır. Daha sonra vicdanlarına göre ve yeni öğrendikleri bilgilere göre hareket etmeleri gerekir.” İşte bu “yeni öğrendikleri bilgiler”dir, insanın özyapısını belirleyen! Cennet bahçesinde Havva’yı bellemiş olan yılan, ona da bazı bilgiler vermiştir kuşkusuz, yasak elmayı Âdem ile paylaşması için… Yunanlıların 1820’li yıllarda Osmanlı’ya karşı sürdürdükleri bağımsızlık savaşları ve ondan neredeyse yüz yıl sonra –bu kez yenilgi ile son bulan– Batı Anadolu işgallerinden sonra, büyük önder Atatürk ve Yunanlıların efsanevi lideri Venizelos’un birlikte kotardıkları 1930 “Türk-Yunan Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaştırma ve Hakemlik Antlaşması” ile her iki ulus karşılıklı anlayış ve barış içinde yaşamaya başlamışken, daha 25 yıl geçmeden Kıbrıs’taki EOKA ulusalcılarının kışkırtmaları, aralarına nifak tohumları atmayı başardı. Ardından olanları biliyoruz – ve “mikro” Burgazadası örneğimize dönecek olursak, 1955/64/74 yıllarındaki kırılma noktaları sonucu, sadece huzur içindeki o adada değil, 1914 nüfus sayımlarına göre günümüz Türkiye’sinin topraklarında yaşamış olan bir buçuk milyonu geçen Rum nüfusu, eriyip gitmiştir… Şu sıralarda bütün dehşetiyle yaşadığımız İsrael-Hamas Savaşına gelelim. Yitzak Rabin’in hayatıyla ödemiş olduğu İsrail-Filistin yakınlaşması çabalarının çözümünü getirecek olan Oslo Antlaşmaları’nın ardından Gazze’den tamamıyla çekilen İsrael ile dünya kamuoyunun beklentisiyle, bu sahil şeridi –hele uluslararası çaptaki cömert para yardımlarıyla– bir “barış kumsalı” niteliğine ulaşacaktı! Ne ki, çeşitli yalanlar ve boş vaatler sonucu yerel halkın oylarıyla başa geçen Hamas yönetimi, bölgeye verilen maddi desteklerle “İsrael’i yok etmek” üzere salt silahlanmayı yeğlemiş ve örneğin su şebekeleri için gönderilmiş olan borulardan yaptığı roketlerle sivil Yahudi halkını, hedef almaya başlamıştı. İşte, Ada’lı dostum ve Nora Gomringer’in tanımlarıyla, a) “yüzlerce aydının” peşinde koştuğu barış – dahası, 1948’de bile öngörülmüş olan “iki devlet” çözümü b) “öngörüsüz politikacıların” ve kalleş terörist çetelerin kışkırtmalarıyla c) huzur içinde yaşamayı özlemiş halk kesimlerine “yeni bilgiler (!) öğretiyor” ve d) barışçıl yaklaşımlara açık “yüreklerini” düşmanlığa, savaşa yönlendiriyor… Cennetteki yılan olsun, EOKA olsun, Hamas olsun veya Naziler olsun – insanoğlunun yaradılıştan sahip olduğu temel “iyilik” öğesini ortadan kaldırıp, onu kendi amaçlarına doğru yönlendirmeye çabalayan “kötüler”, hiçbir zaman peşimizi bırakmayacaklardır… *** İlgi duyanlar için Nora Gomringer’in yazısının İngilizce çevirisi: https://gw-atlas.com/en/issues/12-stand-der-dinge/ist-es-naiv-an-das-gute-im-menschen-zu-glauben/

  • Okumak ve Yazmak üzerine…

    Birkaç Çağrı…” başlıklı yazıma, fikirlerine değer verdiğim bir dostumdan şu yorum gelmişti: “Sevgili Robert

  • Çağdaş “Amalek”!

    „Daha önce rüyamda görseydim, inanmazdım…“ derler ya – işte dün, böylesine sürrealist bir durum yaşadık: İki blok ilerimizde oturan pek sevdiğimiz dostların terasına kurulmuş dört arkadaş, günün son haberlerini tartışırken çay-kahve içiyorduk… Birden cep telefonlarımıza bize yakın yöreler için roket ikazları düştü – ve az sonra da, kipat barzel’ler örneğin Herzliya’nın açıklarına yaklaşan roketleri imha ederken çıkan patlama sesleri duyuldu bir süre boyunca... Birimizin „Haydi, içeriye girelim!“ demesi üzerine diğerimizin „Ama burada alarm yok ki…“ avuntusunun üzerine terasta kalıverdik ve bu kez birer acı kahve daha içtik! Pek geçmeden de sesler kesildi. Dediğim gibi – sanki bir Luis Buñuel filminde gibiydi! Pekiii – tüm bunların (eski Türkçe ile) müsebbibi kimdir? Kurucuları arasında Mahmut al-Zahar’ın da bulunduğu Hamas örgütü. 1945 Gazze doğumlu Mahmut al-Zahar’ın, 9.10.2023 tarihli Jerusalem Post Gazetesi’nin bir haberine göre Aralık 2022’de MEMRI TV’ye verdiği şu açıklamaya ne dersiniz? „Peygamberimiz Muhammed'in söylediklerine inanıyoruz: ‘Allah benim hatırım için dünyanın uçlarını birbirine yaklaştırdı ve ben onun doğu ve batı uçlarını gördüm. Ümmetimin hâkimiyeti, bana yaklaştırılan bu uçlara ulaşacaktır.‘ – Dünya Gezegeninin ise 510 milyon kilometrekaresinin tamamı adaletsizliğin, baskının, Siyonizmin, hain Hıristiyanlığın ve Filistinlilerle tüm Arap ülkelerinde (…), Araplara karşı işlenenler gibi cinayetlerin ve suçların olmadığı bir sistem altına girecektir.” İşte bunun gibi söylemlerle dini siyasete alet eden sapkınlar, keza salt İslam dünyasında kendilerini yüceltmek amacıyla kendilerini en azılı Yahudi/İsrael düşmanı olarak gösteren İran mollaları gibi güçler ile savaşmak zorunda kalıyor 75 yaşındaki bu pırıl pırıl ülke. Oysa ki Humeyni öncesi dönemlerdeki İran’ın böyle bir antisemitik takıntısı yoktu – diğer yandan da, 1994 Oslo Anlaşmalarını takiben „Filistin”(?)lilere aşamalı olarak hükümet yetkisi devri gerçekleşen Gazze’deki halka sağlanan dünya çapındaki bağış ve yardımlarla o bölge, Güney Akdeniz’in çok daha ehven bir Riviera’sı olabilecekti… Ama hayır – Gazze’deki halkı önce aldatarak, ardından da esir ederek boyunduruğunun altına alan Hamas, bu halk kitlelerinin arkasına şimdi kalleşçe saklanmalarının yanı sıra, komşu ülkedeki bebeklerin kafalarını kesiyor, sınıra yakın barış festivali için bir araya gelmiş 3000 gencin 300 kadarını katlediyor, kadın, çocuk ve yaşlıları ise rehin alıyor. Ama tek tutsaklar bu Yahudiler değildir – Hamas’ın esirleri bizzat „Filistinlilerdir“ de! Çünkü her ne kadar İsrael, kendi halkını korumak için roketlerden yararlanıyorsa; Hamas, atacağı roketleri korumak için siper olarak kullandığı kendi halkından yararlanıyor. Değerli genç dostum Dr. Hay Kohen Yanarocak’ın bir TV söyleşisinde dediği gibi, „Yahudi kanı o kadar ucuz değildir!“ – ve bu bağlamda İsrael Devleti, Yahudi mitolojisine göre Amalek (Arapçası „Amâlika“) olarak adlandırılan, İsrailoğullarının önceliksiz düşmanları olarak bilinen en eski Arap kabilesine benzetebildiğimiz Hamas’ı yok etmeye çalışıyor… Tabii ki en çok arzulanan çözüm Gazze halkının, rehin tutulduğu Hamas’tan kendi gayretiyle kurtulabilmesidir. *** Hamiş: “Karşı tarafın” iddialarını merak eden, eskiden Klezmer ve caz programları yaptığım, dahası geçen yaz iki programına konuk olarak katıldığım FM 95 Açık Radyo’yu internetten de takip edebilir… Bu ay Şalom Dergi’de bir söyleşisi (?) yayımlanan Ömer Madra’nın yönettiği, çoğu kez dezenformasyona dayanan Açık Gazete programlarında her fırsatta İsrael zalim, “Filistinliler” ise mazlum olarak gösteriliyorken, az önce (12/10 Perşembe sabahı saat dokuzda) İsrael’in Gazze’de “etnik temizlik” peşinde olduğunu dile getiriyordu Madra!..

  • Sanat’ın yüceliği hakkında…

    Bundan on ay önce, 7 Temmuz 2021 tarihinde bu köşemizde yayımlanan “Bir resital – ve bir ayrıcalık” başlıklı yazımı şöyle noktalamıştım: “Yafo’nun saat meydanında bulunan, tarihi ‘Saraya’ Türk Evi gibi bir ayrıcalık, diğer ülkelerin Kültür Müşavirliklerinde yoktur, bildiğim kadarıyla... Ortak amacımız, bu güzel olgudan olduğunca yararlanabilmektir!” İşte bunu geçtiğimiz Cumartesi akşamı yeniden gerçekleştirebildik: İsrail’deki Türkiyeliler Birliği Kültür Komitesi ve Tel Aviv T.C.Büyükelçiliği’nin işbirliği ile, bu kez resital’dan oda müziği konseri’ne “terfi” ettik! Tel Aviv Üniversitesi’nin Buchmann-Mehta Konservatuarı’nda İsrael’in önde gelen müzik eğitmenlerinin yanında yüksek lisans çalışmalarında bulunan üç pırıl pırıl genci, özellikle bu dinleti için bir araya getirterek onlara SFORZANDO TRIO’yu kurdurduk ve onlara herkesin beğeneceği, seveceği bir repertuar seçtirdik… Bach, Vivaldi, Haendel ve Dvorak gibi dünya bestecilerinin yapıtlarından oluşan bu müzik dağarını olağanüstü bir uyum ile yorumlayan üç genç virtüözümüz, Yafo Saat Meydanı’na bakan o güzelim salonda dakikalarca ayakta alkışlandı… Kimdir bu gençler? İşte bence asıl önemlisi, budur: Keman sanatçıları Dilan Karayılan Müslüman ve Türk, İlias Nachmias Yahudi ve Yunan, viyolonsel sanatçısı Jan Bogdan ise Hristiyan ve Slovak. Buyurun size – üç ayrı ülkenin ve üç ayrı tek tanrılı dinin çocukları, Türk ve İsrael bayraklarının süslediği bir salonda, bu iki ülkenin insanlarının önünde evrensel müzik yapıtlarını sunuyordu birlikte! Bundan daha güzel bir şey olabilir mi? Türkiye ve İsrael ilişkilerinde güzel gelişmeler oluyor. Zaten dört nala giden karşılıklı dış ticarete, bir süredir kültür-sanat etkinlikleri de eşlik etmeye başladı – hele siyasi platformdaki yakınlaşma da yeşerirken… Dün akşamki konserden önce Tel Aviv THY Müdürü İlker Başaran ile sohbet ederken öğrendiğim kadarıyla, dünya çapındaki Batsheva Dans Topluluğu, daha geçen hafta İstanbul CRR Konser Salonu’nda iki gösteride coşkuyla alkışlandı – ayrıca İbrahim Tatlıses’in burada vereceği konserin de biletleri tükenmiş! Ulusları, karşılıklı siyasetçiler birbirlerine yakınlaştırabilir elbet – ancak onları asıl kaynaştıran, sanattır. Çünkü sanat içten geliyor, insanların ruhunun ortak yönlerini sanki “gıdıklıyor” gibi – ve o noktaları mucizevi bir şekilde ortaya çıkarmasını, eşleştirmesini biliyor… Bu bağlamda bu satırları, yukarıda andığım yazımın ilk cümlesi ile sonlandırmak isterim: “Ünlü yazar John Steinbeck’in şu deyişini biliyor muydunuz: Şarkılar siyasete benzemez – sınırları kolayca aşarlar.”

  • İsrael’de Sefarad Kültürünü yaşatmak için…

    İsrael’deki üzücü gelişmeleri şu sıralarda uzaktan izliyor, oradaki siyasetçilerde de ne yazık ki eksik kalmayan ego dürtülerin bir ülkeyi nerelere kadar götürebileceğini esefle karşılıyoruz. Öte yandan, İsrael‘in dışında yaşamakta olan ve bu nedenle yerel nabzını salt “platonik” biçimde duyumsayan kimi dostlarımızın yaptığı gibi, yorum ve öngörülerimi Burgaz’dan dile getirmeyi düşünmüyorum… Bugün bambaşka bir konuya değinerek, buradaki dostlarımla İsrael’deki günlük havayı aksettiren sadece şu videoyu paylaşmak isterim: https://www.facebook.com/liat.narov/videos/301496875665984/?sfnsn=wa&mibextid=2Rb1fB …ve şimdi gelelim asıl konumuza: Bundan birkaç yıl önce İstanbul Yahudi toplumunun değerli bir araştırmacı/yazar büyüğüm ile başka bir konu hakkında görüşürken, bir tartışmaya girmiştik… Şöyle ki, benim görüşüme göre Sefaradlar, salt İberya Yarımadası kökenli Yahudilerin, öncelikle Judeo Espanyol (Ladino) ile büyümüş ve bu dili halen/kısmen bilen kişilerin torunlarıdır. Saygın dostum ise bu görüşümü paylaşmıyordu – onun Sefarad tanımlaması, Aşkenaz olmayan tüm dünya Yahudileri çizgisindeydi! Benzer bir görüş ikilemine internetteki kimi yüzeysel kaynaklarda da rastlıyoruz: Wikipedia’nın “geniş anlamdaki” Sefarad tanımı, dualarını Sefarad makamlarında yapan tüm Yahudileri içerir – ve buna uyan bir uygulama, örneğin Viyana’daki çağdaş “Sefarad Sinagogu”nun, oraya yerleşmiş olan Buharalı Yahudileri’nin dua evi olması şeklindedir! Gene Wikipedia’nın “dar anlamdaki” tanımı ise, 1492 öncesi yıllarda İberya Yarımadası’nda yaşamış olup, o tarihten başlamak üzere kuzeye (örn. Hollanda ve İngiltere’ye), güneye (Kuzey Afrika kıyılarına), batıya (Amerika’lara) ve doğuya (Osmanlı’ya) göç etmiş olan Yahudileri içeriyor. Şimdi acaba kim haklı – değerli ağabeyim mi, bendeniz mi? Ne var ki önemli olan, bu değil bence… Burada parmak basmak istediğim asıl sorun, kökenlerine has nice kültürlerin eriyip yok olmasıdır. Örnek mi istersiniz? İstanbul ile Anadolu’nun bazı yörelerine yerleşik en eski Yahudi etnisite olan Grek/Bizans kökenli Romanyotlar, 1492 sonrası Sefaradlar ile yaptıkları karma evlilikler sonucu Rumca olan dillerininin yanı sıra kendilerine has kültürlerini yitirmişler, Sefarad toplumu içinde adeta “erimişlerdir”. Bugüne artakalan, salt Galimidi, (İ)stroti, Politi gibi soyadlarıdır. Daha çok İstanbul’da yaşamış olan Karay Yahudileri de benzer bir kadere uğramışlardır – ve tabii ki Aşkenazlar: Onlarda da geriye kalan (ve Türkçe yazılımına uyarlanmış) Vaynştayn (Weinstein idi), Frayman (Freimann) veya Rozental (Rosenthal) gibi soyadlar taşıyan kişilerin kalıtımsal kültürleri yok olmuş, aralarında Yiddiş’i bırakın, doğuştan Almanca bilen kalmamıştır! Gelgelelim şimdi kuzeye ve batıya yönelmiş olan Sefaradlara. Günümüzde Anwerp’e olsun veya Amsterdam’a, Hamburg olsun veya Londra’ya yerleşmiş olan Sefaradlar, o kentlerdeki yerel Yahudiler arasında çoğunlukta bulunan Aşkenaz aileler tarafından “kuşatılmış” ve “eritilmişlerdir”. Rivayete göre New York’a varmış ilk Yahudileri oluşturan Sefaradlardan da bu kentte pek iz kalmamıştır! Ya İsrael’deki durum? 2023 yılında 9 milyon kişiyi geçmiş, aralarında %74 oranında Yahudi, %21’i Müslüman ve %5 kadarı Hristiyan olan İsrael’in nüfus sayımlarında etnisite konusunda bir sınıflandırma yapılmıyor. Öte yandan, örnekleme yöntemleriyle yapılan gayrı resmi araştırmalarda Yahudi nüfusunun %45 kadarı Mizrahi, %32 oranı Aşkenaz, %12’si “Sovyet kökenli”, %3’ü Etiyopyalı ve %8 kadarı “diğer” olarak sınıflandırılıyor. Mizrahi (İbr.: “doğulu”) olarak anılan halk topluluğu, bilindiği gibi daha çok Müslüman nüfusunun hakim olduğu Ortadoğu ve Hazar Denizi dolaylarındaki ülkelerden İsrael’e göç etmiş, ana dilleri çoğunlukla Arapça olan kişilerden oluşuyor. Peki, bu sınıflandırmada Sefaradlar nerede gizlidir? Mizrahiler’in arasında mı, yoksa “diğer”lerin içinde mi? Birkaç yıl önceki nüfus kayıtlarına bakıldığında, çoğunlukla Sefarad Yahudilerinin yaşadığı “köken ülke” olarak gösterilen Türkiye’den 75-100.000, Bulgaristan ve Yunanistandan gelmiş olanlar ise 45-50.000 kişi olarak belirleniyor. Tüm bu kayıtlardan çıkaracağımız bulgu, en çok 150.000, haydi 200.000 olarak kestireceğimiz İsrael’deki Sefarad toplumu, en “cömert” oranda ülkedeki Yahudi nüfusunun % 3 kadarı olmalı… Bir adım daha ileriye gidecek olursak, sık sık gördüğümüz karma evlilikler sayesinde İsrael’deki Sefaradlar (Türkiye’deki durumun tersine) Aşkenaz ve Mizrahi halk topluluklarının içinde “erimeye”doğru gidiyor – ve bunun neticesinde gelenekleri hemen olmasa da, Ladino dili ve Sefarad kültür öğeleri yok olma tehlikesi ile karşı karşıyadır! İsrael’de birkaç yıl bulunduktan sonra gözüme çarpan bu denge değişimi karşısında, kendimi yakın hissettiğim Sefarad dostlarıma sık sık “kültürünüzü korumak ve yaşatmak için örgütlenmelisiniz” diyordum… Bu çekinceye set çekmek üzere 2003 yılında öncelikle Judeo Espanyol (Ladino) dilini yaşatmak/sürdürmek için Bar Ilan Üniversitesi bünyesinde kurulmuş olan Salti Ladino Eğitim Enstitüsü, kısa bir süre önce büyük bir adım daha attı! Geçtiğimiz yıl Salti Vakfı’nda göreve başlamış olan değerli dostumuz Lina Filiba’nın da dahil olduğu ekip, anladığım kadarıyla bu girişimi şekillendirmek üzere çalışmalarını tamamlamak üzeredir… İsrail üniversitelerinde türünün öncüsü olan bu program, Osmanlı İmparatorluğu ile Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşamış ve (çok azalmış olmakla birlikte) halen yaşamakta olan Türk Yahudilerinin tarihiyle kültürünü, bu bağlamda zengin Sefarad mirasını resmi sertifikalı rehberlere tanıtmak üzere tasarlanmış. Bu konudaki dersler, Ladino dilinin ana hatlarıyla, Sefarad kültür dağarının edebiyatı, müziği, gelenekleri gibi temel etmenlerine odaklanacak, İsrael ve Türkiye’den tanınmış uzmanların konuk konferanslarını da içerecektir. Önümüzdeki Ekim ayında başlayacak olan bu kursu tamamlayanlara 2024 yaz aylarında on günlük uygulamalı bir Türkiye seyahati olanağı tanınacak ve ardından performansları doğrultusunda “Türkiye’de Sefarad Yahudiliği” konusunda bir sertifika verilecektir. Haftada bir gün İbranice ve İngilizce dillerinde sunulacak olan bu eğitim programına ilgi duyanlar, instituto.ladino@biu.ac.il adresinden veya 03-5317242 telefon numarasından daha geniş bilgi edinebilir… Amaç ve umut, özellikle Sefarad kültürü ve geleneklerini İsrael’de de tanıtmak, keza olduğunca yaşatmak için yeni uzman kuşakların yetişmesidir – ve bu konuda emeği geçenlerin tümünü içtenlikle kutlamak gerekiyor!

  • İstanbul’un “in” ve de saklı güzellikleri…

    İki hafta önceki İstanbul Mektubum sevindirici bir “rating” sağlamışsa da “(eskiden daha) güzel İstanbul” tanımım birkaç eleştiri aldı! Üzgünüm ama, bizzat benim de memnun kalmadığım yorumum budur, özellikle gençliğimi geçirmiş olduğum o dünya güzeli kent ile bugün düştüğü sosyo-kültürel, ekonomik ve mimari durumlarını karşılaştırdığımda … Öte yandan, bu satırların yazıldığı önceki gün, özellikle “güzellik” arayışına çıktık, eşimle birlikte! İlk başta, sadece bir hafta içinde randevu aldığım eski göz doktorum Prof. M.H. Özdemir’in hastalarına baktığı Fatih Bezmiâlem Üniversite Hastanesi’ne Burgaz-Bostancı motoru ve Marmaray ile sadece bir buçuk saatte ulaşabildim (italik vurgulamalarım İsraelli okurlara yöneliktir!). Hiç bekletilmeden girdiğim muayenemin ardından, yer altından sadece yarım saat içinde Levent’e varıp derli-toplu Özdilek AVM’sinde ihtiyaçlarımızı (İsrael ile kıyasla çok uygun fiyatlarla) karşıladıktan sonra, Kanyon’da (gene kıyaslanacaksa, oldukça ekonomik sayılacak) öğlen yemeğine oturduk. Tesadüftür ya, gittiğimiz restoran, “Barbie” filmi galasının yapıldığı sinemaya yakın bir konumdaydı ve dolayısıyla oraya gelen insanları izleme olanağını bulduk. Aman, ne alımlı insanlardı bunlar – kimi büstiyerli, çoğu yüksek topuklu, ikisi pespembe giyinmiş güzel kızlar; niceleri boylu-poslu, çoğu “pis” sakallı ve bazıları şort giymekle birlikte (hiç beğenmediğim şekliyle, çıplak ayağa geçirdikleri siyah mokasenli) yakışıklı erkekler… İki-üç saat önce Marmaray’da karşılaştığım “yurdum insan”ından ne derece farklı kişilerdi bunlar! Bu “göz banyo”sundan sonra yeniden metroya binerek, biraz da yürüyüp eski sevgili semtim Maçka’ya ulaştık ve davetli olduğumuz Swissotel’in bahçesindeki İstanbul Caz Festivali’nin konserine gittik. bazıları biraz daha “hip” görünen, ancak çoğu benzer güzellikte, kimilerinin giyimleri göze çarpan insanlar burada da vardı. Müzik başlamadan ve ara verildiğinde, ellerinde (fiyatları 300 TL’den başlayan) birer kadeh ile giriştikleri sohbet, bazılarına müzikten daha fazla keyif veriyor gibiydi… Bu çıkarımı şuradan edindim: İlk yarıdan sahne alan, uluslararası çapta da popüler vokalistimiz Elif Sanchez ile grubunu dinlemeyip arkalarda sohbeti sürdüren kimi insanlar vardı – keza, Chicago’dan gelmiş olan Lizz Wright son derece ilginç blues ve gospel örneklerini sunarken, konserin sonunu beklemeyip çıkanlar da az değildi! Bana kalırsa, İstanbul’da eşine pek az rastlanan bu müzik türünü programına katmış olan İKSV’yi bu konuda özellikle kutlamak gerekir! İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’ndan söz açmışken, büyük bir özveri ve ustalıklı sanatçı seçimleriyle nice festivaller ve ara etkinlikler sunan bu kurum, kurucusu rahmetli Dr. Nejat Eczacıbası ile bayrağını devralmış olan oğlu Bülent Bey’in yönetiminde bu ekonomik zorluklara karşın kentin sanatsal yüz akıdır! İstanbul’da sadece ilerleyen yaz aylarında bulunduğumuzdan, çoğunu izleyemediğimiz bu konser ve tiyatro gösterilerinin yanı sıra, son yıllarda Adalar’da kültürel etkinliklere girişmiş olan İBB’nin ve Adalar Müzesi’nin çalışmalarını da burada övgü ile dile getirmek isterim… Özellikle değerli dostumuz Halim Bulutoğlu’nun ön ayak olduğu Müze’deki haftalık Ada Tarihi ve iki haftada bir düzenlenen Felsefe Söyleşileri, bazı çevrelerde büyük beğeni ile karşılanıyor. Öte yandan, geçtiğimiz pazar akşamı izlediğimiz “Büyükada Rum Yetimhanesi” konusundaki ilginç sunumda ne yazık ki Adalardaki Yahudi toplumundan sadece bir kişiye rastlayabildik! Evet, değerli okurlar – gördüğünüz gibi, İstanbul’un nice ve de değişik güzellikleri vardır elbet… Bizlere düşen ise, sadece “in” olanları değil, daha alçak gönüllü ancak çok değerli etkinlikleri de izleyip, onlardan olduğunca yararlanmaktır!

  • Bir “İstanbul Mektubu” daha…

    Bundan neredeyse bir yıl önce bu köşemde, aynı başlıkla yayımlanan yazıma başlarken “Dokuz aylık bir ayrılıktan sonra, İstanbul’u hoş ‘bulduk‘ (mu dersiniz?)… ” demiştim – ve yine dokuz ay geçti, bu (eskiden daha) güzel kente bir kez daha gelmeden… Bizi buraya daha çok Burgazadası çekiyor, Ada’daki tüm değişikliklere rağmen… Öte yandan yeni açılmış olan Botter Han, Caz Festivali’nin kapanış konseri veya İstanbul Modern’in yeni binası; belki açık havada izleyebileceğimiz bir-iki oyun ve konserin de özel bir çekiciliği vardır kuşkusuz, ancak gerek kentte gerek Burgaz’da insanı üzen birçok olgu ile karşılaşıyoruz ve de karşılaşacağız – bundan eminim… Ada’daki evimizin hemen arkasında orman başlıyor… Ne var ki, kendi vatandaşına güvenmeyen bürokrasi, ona ormana girişi engelliyor. Ormanı yakacaklar korkusuyla, yurdum insanlarına tüm yaz boyu ormana giriş yassak! Diğer yöne doğru, lomşu adalara bir kadeh kaldırıyorsun – ancak arka planda bir beton yığını, güzel yeşili kirli beyaz ile örten! 2021 yılında yayımlanmış olan “Canlı Bir Etnografik Müze” başlıklı Burgaz kitabım tükendiğinden, bu yaz için planladığımız ikinci baskısı için birçok Adalı ile yeni söyleşiler yaptım – ve, ne diyeyim size, neredeyse tümü, dışa vurdukları büyük bir üzüntü ile “yeni” Burgaz’ı eleştiriyor, eskisine ağıtlar yakıyordu. İşte, “Gidenlerin yerini alan insanların bir kısmının ve dışarıdan günü birlik eğlenmeye gelen ahalinin artık neredeyse tamamının, ayak bastıkları SİT bölgesi olan Burgazada’nın hangi anlama geldiğini, keza orada nasıl davranılması gerektiği hakkında hiçbir şey bilmemeleri, farkında bile olmayıp, haliyle öğrenmeye de hiç meraklı olmamaları”ndan sitem eden 74 yıllık sadık bir Adalı dostum, yaz aylarını Bodrum’un bir köyünde geçirmeyi yeğliyor örneğin!.. İstanbul elden gidiyor, ne yazık ki… Bakınız, dün elime geçen bir WhatsApp gönderisinde İstanbul’da kuryelik yapan bir kişi, mültecilerle ilgili ne tür izlenimlerde bulunuyor: “Mülteci sorununu sadece sosyal medyadan ya da TV'den gördüğünüz kadar sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Gelin size ben gerçeği anlatayım: Ben İstanbul'da kuryelik ve genelde günde ortalama 200 km yol yapıyorum. Pendik'ten Silivriye her ilçeye, her mahalleye giriyorum. Tahminime göre Esenyurt, Başakşehir, Beylikdüzü, Fatih ve Bağcılar ilçelerine bir süre sonra TC vatandaşı giremeyecek…” Belirli bir süre Türkiye’ye uzak kalmış okurlarımız, bu isimlerin bazılarını belki ilk kez duyacaklardır – işte onlar, 85 milyonlulk ülkenin neredyse dörtte birini barındıran metropolün yeni yaşam alanlarıdır. (Efendim, gene geçtiğimiz yaz içinde bu köşede “araplaşmaya” karşı oluşmuş tepkileri ti’ye alan “Şu terbiyesize bak!” başlıklı bir yazımın iletisini kavrayamayarak, beni “ırkçı” olmakla “şiddetle” kınamış olan kişiler vardı – umarım, onların hiç bir zaman bu ilçelerde işleri olmasın!) *** Bu satırları yazarken, inbox’uma gelen Cenin haberleriyle sarsıldım – hani o Arap yerleşim kenti ki, oradan son iki yılda 59 terörist saldırısı yola çıkmıştı ve yakınında daha iki hafta önce iki sivil İsrailli kurşunlandı! Hemen BBC World haberlerini dinlemeye koyuldum, ancak orada “Filistinli göçmen kampına İsrael saldırısı”ndan söz ediliyordu öncelikle... İşte, benim yazımı “ırkçı” bulmuş olan bazı kimselerin olduğu gibi, gerek BBC gerek Türkiye’de yayın yapan “Açık Gazete” bu türden misinformation’lardan hareketle (kasıtlı veya kasıtsız biçimde) taraflı haber yayınlamayı sürdürüyor! Bu kişi ve kurumlar, Batı Şeria’dan hareket eden Arap teröristlerin, aynı Gazze’deki Arap terörist grupları gibi, oralarda yaşamakta olan halkı birer “canlı kalkan” olarak kullandıklarını ısrarla anlamak istemiyor! Nazıl ki Gazze’deki füze rampaları sivil halkın oturduğu mekânlara kuruluyorsa, Cenin’de de örneğin bir bomba üretim tesisi, oradaki mülteci kampında konuşlanmıştı! İşte tüm bunlar, eskilerin dediği gibi “sözün bittiği yerdedir” – ve, affınıza sığınarak, keyfim kaçtı…

  • Girit’te küllerinden yeniden doğmuş bir sinagog…

    İki hafta önceki köşemin boş kalmış olması, dostlarla birlikte ilginç bir Girit gezisine çıkmış olmamızdandı… Akdeniz’in beşinci, Yunanistan’ın ise bu en büyük adasına yirmi yıl kadar önce ilk kez iş için gitmiştim (o sıralarda ekonomisi hızla gelişen Yunanistan, Türkiye’den büyük çapta inşaat demiri ithal ediyordu. ) O seyahatimden bu yana, özellikle batı kıyısında bulunan tarihi Hania kenti hep burnumda tütüyor, onu eşime de tanıtmak istiyordum… M.Ö. 3500 yılına dayanan Minos uygarlığının izlerini taşımakta olan adanın ortasındaki Knossos kalıntıları, hiç kuşkusuz Girit’in en önemli ören yeridir. Ancak 400 yıllık Venedik ve 250 yıllık Osmanlı dönemlerinin tanıklığını adım başı hissettiğiniz Hania kenti, limanı, eski hamamları ve daracık sokaklarıyla beni eşit derecede büyülemişti. Dahası – adadaki Yahudi yaşamını noktalamış olan hazin tarihiydi, beni en çok etkileyen! 2400 yıl önce başladığı bilinen Girit’teki Yahudi yaşamı, 9 Haziran 1944 günü son buldu. O tarihte adada geriye kalmış tüm Yahudi nüfusunu oluşturan 265 kişinin Auschwitz’e götürülmek üzere işgalci Naziler tarafından bindirildikleri “Tanais” gemisi, Ege açıklarında bir İngiliz denizaltısı tarafından batırılacaktı… Görgü tanıklarının bildirdiklerine göre Yahudilerin komşuları, götürülmelerine herhangi bir tepki göstermemiş, dahası ayrılmalarının hemen ardından ev ve işyerlerini yağmalamaya başlamışlardı. Venedik işgali sırasında bir kilise olarak kurulmuş, ancak (ne kadar da ilginçtir!) Osmanlı döneminde Yahudi halkının dini ihtiyaçları için “Etz Hayyim” Sinagogu’na dönüştürülebilmiş bu ibadet evi de bu eylemlerden hiç kuşkusuz nasibini almıştı – ve böylece yarım yüzyıldır başıboşların sığındığı, tavukların koşuşturduğu bir yıkıntı olarak duruyordu… 1994 yılında bu yıkıntı, Atina Yahudi Müzesi’nin kurucu müdürlüğünü yapmış Nicholas Stavroulakis’in özel ilgisini çekmeye başladı… Annesi İstanbullu bir Sefarad, babası Yunanlı olan bu çok yönlü etnolog, araştırmacı ve sanatçı, resim/gravür çalışmalarının yanı sıra Yunan Yahudilerinin tarihçiliğine de soyunmuştu. Kapsamlı “Yunanistan Yahudileri” ile “Selanikli Yahudiler ve Dervişler” başlıklı araştırmaları, ayrıca geniş çapta ilgi gören, “Yunanistan Yahudilerinin Yemek Kitabı”, İngilizce olarak peyderpey yayımlanmıştı. Kurgu dalında ise kaleme aldığı ve Girit’teki çok uluslu yaşamı konu edinen “Lâvanta Lâvanta” başlıklı romanı, Pamir Bezmen tarafınca Türkçe’ye çevrildi. Büyük ilgimi çekmiş olan başka bir yapıtı ise, Atina Yahudi Müzesi’ndeki bazı gravürlerin ışığında kendi 16 suluboya çizimlerini içeren “Yunanistan ile Türkiye’deki Sefarat ve Romanyot Yahudi Giysileri” başlıklı çalışmasıdır. 1986’da Atina’da yayımlanmış olan bu çizimlerin dördü, ondan 15 yıl sonra Gözlem Yayınları’nda çıkmış olan “Osmanlı’da Yahudi Kıyafetleri” kitabının kaynakları olarak yer alacaktı… Tüm bu “soyut” olarak adlandırabileceğim bu çalışmaları sürerken, Nikos dostumuz bu kez “somut” bir projeye başlar: Atalarının minha/arvit dualarını okudukları, Şabat/Kipur günlerini geçirdikleri, 1944’ten bu yana bir harabe olan Etz Hayyim Sinagogu’nu ayağa kaldırmak! Savaşın ardından ilk kez 1957 yılında Hania’ya ayak basan Stavroulakis’in düşü, 1995’te bu konuda New York’da verdiği bir konferans sonucu bu sinagogun, “Dünyanın Korunması Gereken 100 Tarihsel Anıt” arasına alınması ile önemli bir aşama alır. Bu ivme ile, restorasyon için gerekli olan 300.000 US$ için, başta Rothschild ve Estée Lauder aileleri olmak üzere, çeşitli uluslararası sponsor’lar bulur. Sinagogun çökmekte olan çatısından başlanılarak tüm bina onarılır, arka bahçesinde bulunan dört tzaddik’in mezar taşları açığa çıkarılır, bir çöp yığını durumunda olan mikve ortaya çıkar ve ön bahçenin ana kapısı yeniden inşa edilir… Sonuç: Yahudi yaşamı ve kültürünün bu “küçük mücevheri”, evrensel çaptaki çeşitli kurum ile kuruluşlarından üç yüzü aşkın konuğun katılımıyla, 10 Ekim 1999 tarihinde kullanıma açılır. “Kullanım” derken – Hania’yı bırakın, tüm Girit adasındaki Yahudi nüfusu bir avuç kadardır! Ancak, 2002 yılında Etz Hayyim’de tanışarak uzun uzun sohbet ettiğimiz Nikos Stavroulakis’a göre, bu sinagogun üç işlevi vardı: İlki, Girit’teki Yahudi tarihinin tanıklığını oluşturmak; ikincisi, Nazi kurbanı o 265 suçsuz Hania’lının anısını canlandırmak; üçüncüsü ise, Tanrı’ya dua etmek isteyen tüm insanlığa hizmet vermek! Gerçekten de o günden bu yana sinagoga her dinden binlerce ziyaretçi akar, kimileri orada dua eder ve tümü de bu kutsal mekânın yaşatılması için katkıda bulunur. Bundan altı yıl önce 85 yaşında aramızdan ayrılan Nikos’un yerini almış olan otuz yıllık “Hania’lı” Alman Yahudisi Konstantin Fischer de orada bizi karşılarken, benzer düşünceleri savunuyordu – ancak yirmi yıl öncesine göre büyük bir farklılık görebildik şimdi: Hania’da artık her Cuma akşamı Kabbalat Şabat yapacak kadar bir cemaat var!.. (Etz Hayyim’e ilgi duyanlar için: www.etz-hayyim-hania.org)

  • Değerli Itahdut’lular davetlisiniz...

    Mart’ta İsrail saati ile 11:00’de An Evening of Virtual Jewish Music with Selim Benba, Bill Yeskel and Robert Schild başlıklı “uluslar-arası” konseri canlı olarak siz de dinlemek isterseniz, aşağıdaki link’i tıklamanız Rainbow” üzerinden “Hatikvah”ya kadar gidecek bu müzik şöleninde salt Selim Benba çalacak, Bill Yeskel ve Robert Schild müzikleri yorumlayacak sadece... https://zoom.us/j/97987367675?

  • Netflix’te gezinirken…

    Yorucu bir gün geçirdiniz, akşam bulaşıkları da yıkandı – ah, şimdi bacaklarımızı uzatıp karşımızdaki ekranda güzel bir film, sürükleyici bir dizi bulsak, ne iyi olurdu... Son yıllarda –Israel’de olsun veya Türkiye’de, keza başka ülkelerde de– büyük bir çoğunluğumuz, bu küçük ancak keyif verecek arzularımızın gerçekleşmesi için Netflix’ten medet umuyorduk! Eşimle biz de onlardandık. Breaking Bad, Unorthodox, Maid gibi başarılı dizilerle veya Queen’s Gambit türünden bazı ilginç filmlerle nice güzel saatler geçirdiğimizi anımsıyorum… Ne var ki son bir-iki yıldır bu gidişat maalesef bozuldu… Bu üzücü gelişmeyi ilk kez Pera Palas’ta Gece Yarısı ile yaşadık… Amerikalı akademisyen Charles King’in Türkiye’de de iki kez yayımlanmış “Pera Palace: The Birth of Modern Istanbul” başlıklı son derece ilginç incelemesinin Türkçeye çevrilmiş adını haksız yere kullanmakla birlikte, kitap ile hiç ilgisi olmayan bu niteliksiz Türk dizisi, ilk sekiz bölümünden sonra bildiğim kadarıyla ekrandan kaldırılmıştı. Keza, Türkiye Yahudilerinin ilk kez tefeci/cimri olarak gösterilmediği, Türkçeyi gülünç bir aksanla konuşmayan bir halk topluluğu olarak işlendiği için, kimi çevrelerce göklere çıkartılmış olan Kulüp dizisi, üstün performans gösteren bazı oyuncularıyla profesyonelce kotarılmış 1940-50’lerin İstanbul görüntülerinin dışında, benim için bir “kitsch” manzumesinden başka bir şey değildi! Konuya ilgi duyanlar, tarihimizde olayların kronolojisini de hatalı olarak işleyen bu dizi hakkında, portalımızda yayımlanmış yazılarıma bakabilirler ( “Kulüp” dizisinin düşündürdükleri... ile ...ve bir daha: “Kulüp”!.. ). İçinde bulunduğumuz sezonda gösterilmesi düşünülmüş üçüncü bölümünün niye henüz ekranlara gelmediğini de merak etmiyor değilim… Son haftalarda vizyona girmiş başka bir yerli dizi olan Terzi’ye değinecek olursak, bu yapımda da eleştirilecek birtakım olumsuzluklar göze çarpmakta... Şöyle ki, Yakup Barokas dostumuzun da bir yazısında işaret ettiği gibi, İstanbul’da halen yaşamakta olan çok varlıklı ve de yatırımcı Rumların dizinin senaryosunda önemli bir yer almaları, sanki bir “gerçeküstü” hava katıyor izlediklerimize! Gerçekten de –acaba Kulüp dizisinin o denli sevilmiş olmasından da mı esinlenerek– bu kez Rum azınlığını öne çıkarmakla, başka türlü bir “egzotizm” mi yaratılmak istenmiş?! Öte yandan, senaryodaki birtakım “tesadüflükler”, bu yapımı bir çeşit “Yeşilçamlığa” yaklaştırmıyor mu sizce de? Diziyi izlemiş olanlar, ne demek istediğimi anlayacaklardır – ben ise, konusundan fazlasıyla sıkıldığım için son iki bölümüne bakmayıp, eşimden daha sonra kısa bir özetini rica ettim (ve anladığım kadarıyla, “esas oğlan”ın öldürülmesi sonucu, bu “opus” daha bir sezon boyunca süreceğe benziyor…). Ama sıkıntı, sadece “yerli dizilerde” değil! Gene geçtiğimiz haftalarda Netflix’te vizyona girmiş olan Rough Diamonds “mini” dizisini izlerken, şu düşüncelere kapılmadan edemedim: Her şeyden önce, sadece Yahudi camiasında değil, tüm dünyada büyük rating’ler almış Shtisel ve Unorthodox dizlerinin vermiş olduğu “ilham” üzerine, köktendinci dindaşlarımızın yaşamı yeniden mercek altına alınıyor gibi… Erkeklerin kafasında kürkten dev kalpaklar, evli kadınların başında peruklar, mesleki çöpçatanlar ve daha ne istersen – sanki günümüz Antwerpen’de değil, Isaac Bashevis Singer’in bir Polonya ştetl’indeymişiz gibi! Birazcık yontulmuş izleyiciler bu “temcit pilavlarından” sıkılmıyorsa bile, dizide olup bitenleri acı bir tebessüm ile takip ediyorlar… İkinci husus, Netflix tarafından “thriller” ( = sürükleyici yapıt) olarak adlandılan sekiz bölümlü bu dizide olup bitenlerdir. Efendim, olaylar bu toplumdan bir gencin intiharıyla start alıyor – sanki kendine kıyma eylemi, böylesine ortodoks Yahudilerde işlenecek en büyük günahlardan biri değilmiş! Ardından, gene bu “dini bütün” insanların, daha doğrusu Belçika’nın bu güzel kentinde kümelenmiş elmas ticaretinin saygın bir ailenin mafyayı aratmayacak girişimlerini şaşkınlıkla izliyoruz… Tamam, geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısında Bugsy Siegel, Lepke Buchalter veya Meyer Lansky gibi ABD’nde öne çıkmış gangster’lerini biliriz, ancak bunların hiçbiri köktendinci değildi! Sonuç: Bu diziyi izleyen Yahudi olmayan Netflix’çilerde, hafif de olsa, bir çeşit antisemit düşünceler uyanmaz mı? Amerikalıların güzel bir deyişi vardır: “I don’t need that…” ( = buna ihtiyacım yok!) – Bizim de bu türden “sakat“ bir diziye! ***** Not 1: Peki, Netflix’te izlenecek hiç de iyi bir şeyler yok mu şu sıralarda? Örneğin, Thailand yapımı olup, gerek gastronomi bilgileri, gerekse ilginç iletiler içeren Hunger filmini beğeneceğinizi umarım… Not 2: Belki fark etmişsinizdir; bu yazımda, pek sevdiğim Öztürkçe sözcüklere daha az yer verdim – uzun yıllar önce aliya yapmış olan kimi değerli okurlar, yazdıklarımın bir bölümünü anlamakta zorluk çekiyorlarmış…

  • BİR YAZAR – İKİ KİTAP

    BİR YAZAR – İKİ KİTAP Sara Yanarocak soruyor ve Robert Schild yanıtlıyor… Sitemizin yazarlarından Dr. Robert Schild, son bir yıl içerisinde Türkiye’de iki kitap yayınladı. Bunlar, sırasıyla “Canlı Bir Etnografik Müze – Burgazadası” ve “Stefan Zweig’ın Veda Mektubu”dur… İlki, Robert Gene sitemizin yazarlarından sevgili Sara Yanarocak’ın Robert Schild ile bu kitapları hakkındaki söyleşisi

bottom of page