(Yazarı sesli dinlemek için tıklayınız)
Bu satırları, 26 Kasım 2020 Perşembe günü yazıyorum. Bu günün özelliği, Amerikalıların her sene Kasım ayının son Perşembesi kutladıkları Şükran Günü oluşu. Herkesin ailece toplanıp yemek yediği, sevdikleriyle minnet duygularını paylaştığı, onlara takdirlerini dile getirdiği, ve var oldukları için şükranlarını gösterdikleri bir gün. Her ne kadar başka bir dilde “iyi ki varsın” sözleri olmasa da, onların bunu ifade ettikleri bir günleri var! Benim için yılın 365 günü şükranla dolu olduğu için, haliyle 365 günün 24 saati hak edene değerini veririm, teşekkürümü ifade ederim, sevgimi en derinliğiyle dolu dolu paylaşırım! Etrafıma baktığımda, her daim şükrettiğim ve “iyi ki var, iyi ki varım” dediğim gökteki yıldızlar kadar şeyler var... Bazen dolunayın berraklığıyla görünmez oluyorlar; bazense zifiri karanlıkta gümüş tanecikleri gibi öne çıkıyorlar. Fakat hep varlar! Bilimsel araştırmalar minnet ve şükran duygusunun sağlığa ve mutluluğa katkısını defalarca ispatladı; dahası, salt bu duyguyu tatmak değil, başkasına tattırmanın etkisinin daha da büyük olduğunu vurguladı. Esasında, bu vurgunun içinde çok ince bir nokta yatıyor –o da şükran ifadesinin gelişi, verilişi, ve yarattığı etki!
Kelime oyunlarına girmeden önce -gireceğim ona da, mecbur; anlatmak istediğimi küçük bir hikayeyle renklendirmek, somutlaştırmak istiyorum. Olay küçük bir hastane odasında geçiyor. Beş yaşlarında küçük bir kız çocuğu, hasta olan kardeşine kanını vermeyi kabul ediyor. Doktorların söylemine göre, kendi daha önce bu hastalığı yaşadığı ve kurtulduğu için, kanını verirse kardeşi yaşayacak. Kardeşini öyle çok seviyor ki, ne olursa olsun, yaşamasını istiyor. Gerekli tüm hazırlıklar tamamlanıyor ve iki kardeş yan yana iki yatakta yatırılarak kan nakil işlemi başlıyor. Küçük kız, ara sıra kardeşine sevgi dolu gözlerle bakıyor, kardeşinin yüzüne renk geldiğini gördükçe mutlu oluyor. Bir yandan da, cesur yüz ifadesiyle doktoru takip ediyor; ama kendi yüzü giderek soluyor, gülümsemesi de sönüyor. Aradan bir saat sonra, küçük kız titrek sesle doktora “ne zaman öleceğim?” diye soruyor. Meğerse küçücük aklından geçen, vücudundaki bütün kanın alınıp kardeşine verileceği, ve canını kardeşine feda edeceği.
Diyeceksiniz, küçük kızın kardeşi için hayatından vazgeçmesi ne büyük bir fedakarlık. Hangi kardeş bir diğeri için kendinden vazgeçer?! Bunu ancak kendi kadar çok sevdiği birinin yaşaması pahasına özünden vermeyi göze alan biri yapar. Bu salt bir vermekten ibaret değil; derin bir fedakârlık veya özveri örneğidir. O halde, sorarım; küçük kızın yaptığı bir fedakârlık mıdır, yoksa özveri midir? Sahi, ikisinin farkı nedir ki? Şöyle... İlk bakışta, küçük kızın yaptığı fedakârlık gibi görünüyor... Kanını vererek kardeşi için yaşamını feda ediyor. Ancak, küçük kızın yaptığı kârdan değil özünden vazgeçmek... Yani, yaptığı kendi yerine kardeşinin yaşamasını gözettiği bir verme... Fedakarlıktan çok daha derin ve içten bir arzunun sonucunda, kendinden veya özünden vazgeçişi içeren bir verme... Kendi için arzuladığı yaşamı sevdiği kardeşine verebilme derinliğinde yatan bir verme... Kendi almış ve yaşamış kadar huzur ve mutluluk yaratacak bir verme... Kendi özünün öneminden çok sevdiğinin önemini vurgulayan bir verme... Kısaca, kendinden ziyade, değer verdiğini düşünme ve özverili (selfless) olmayı içeren saf verme...
Bilmem anlatabildim mi... fedakârlık ile özveri arasındaki farkı... Hayatımızın her anında bir alır bir veririz... Bu alma ve verme işlemi bazen kendi doğal ahenginde seyreder. Öyle doğaldır ki, aldığımızı ve verdiğimizi hissetmeyiz bile. Ancak yarattığı değer öyle müthiş büyüktür ki yabana atılamayacak kadar derindir; alan da veren de onu çok iyi bilir, korur, ve daim kılar! Bazense, alma-verme dengesi şaşabilir, uyumsuz şekilde seyreder; ve kendimizi ya çok fazla verir, ya da çok fazla alır halde buluruz... Sanki kârımızdan feda ediyormuş hissini taşırız; veya diğerin kârına göz dikmişiz gibi hissederiz. Gönülsüzce verme eğilimi içine girebiliriz; ki öyle zamanlarda verdikçe içimizde gönülsüzlük hissi giderek büyür, duygusal iç çatışmaya yol açar. Böyle durumlarda öfke, kızgınlık, ve pişmanlık duyarız... Diğerin gönülsüzce verdiğini gözlemlediğimizde, suçluluk duygusu taşır, verilenin altında eziliriz. Artık verme ve almaktan öte, ilişkiye sırtını dönme ve kapıyı kapama isteğini yaşarız. Oysa, güzel ahenk içinde süregelen bir alma-verme ilişkisi olabilecekken, uyumsuzluk yaşamak ne acı...
İşte bu noktada, ahengin nerede kaybolduğuna bakmalı - onda mı, bende mi? Benim bildiğim, ilişkilerde - ister kendiyle, ister başkasıyla; çıkış noktası daima kişinin kendidir. Her şey kişinin kendinde başlıyor. Alma-verme denkleminde ben, acaba takındığım tutumla kârımdan feda eden bir ben miyim, yoksa özümden veren bir ben miyim? Hayat süt liman, her şey toz pembe seyrederken bu olgular kendini kolay kolay göstermez. Ama zor anlardan geçerken kimle alış verişimin ahenk içinde olduğunu, kimle zorlamayla yürüdüğünü, kime özümden verdiğimi, kime fedakârlık ettiğimi; aynı ölçüde kim bana özünden veya kârından feda ederek verdiğini daha içten ve açıklıkla görebilirim. Esas iç-görü, her anda veya durumda, olanı olduğu gibi fark edebilmek olsa gerek.
İşte, bu şükran haftasının içinden geçerken, bu aklımdakiler de sonbahar yaprakları gibi rüzgarla beraber sürükleniyor... Bir yandan, çevremdekileri gözlemliyorum; bir birine verdiği temennileri, tebrikleri, değeri, sevgiyi, içtenliği izliyorum... Bir yandan da, şükran ve minnet ifadelerinin yılın salt bir gününe sığdırılmadığı, her güne mal olduğu, ve katlanarak çoğalıp, ucu dokunan herkese zenginlik katmasını diliyorum... İşte benim aklımdan da geçenler bunlar...
Hayatımda var olan –ve olmayan, her şeye minnet ve sevgiyle...
Barcelona’dan Shirli
26 Kasım 2020
Comments