
Çanakkale’nin doğusundaki köyümüzden Londra’nın hemen güneyindeki East Dulwich ‘köyümüze’ dönüş arifesindeyiz ve aklıma bir şiir geliyor.
Robert Frost tanınmış şiirinde gitmediği yolun nereye vardığını merak eder:
Gidilmemiş Yol
İkiye ayrıldı yolum, sararmış bir koruda.
İkisine birden gidemeyeceğim için üzülerek,
Ve tek yolcu olduğumdan uzun süre ayakta durdum.
Ve gözümün görebildiği kadar aşağıya,
Ağaçların altına yolun kıvrıldığı noktaya baktım.
Neticede şair öteki yolu alır ve yaşamının en önemli kararının bu olduğunu itiraf eder.
Oysaki bizim aldığımız yolların nereye vardığını biliyoruz. Fakat farklılıklar o kadar fazla ki sanki iki ayrı yolda seyahat ediyor, iki ayrı alemde yaşıyor gibiyiz.
Kozlu, 262 nüfuslu bir Kuzey Ege köyü. Kazdağlarının Batı uzantılarının eteğinde, 200 metre irtifada, Lamponia adlı antik kente (M.Ö. 4-5nci yy) çıkan dağyolunun başında, önünde sereserpe Edremit Körfezi, Midilli Adası ile arasında koskoca Müsellim Boğazı.
Onbeş yıl önce buralara yerleştiğimizde Bodrum gibi kooperatiflerin her yanımızı sarması endişesini taşıyorduk. İmar durumları değişti, bahçe ve tarlalara inşaat yasağı getirildi, yeni gelenleri köy sınırları içinde arsa almaya ve ev yapmaya yönlendirdiler. Köyün 800 metre kadar dışında doğanın ortasında kuş cıvıltıları, kurbağa vırakları, inek böğürtüleri, köpeklerimizin havlamalarına karışır. Yanıbaşımızdaki yoldan ise ancak 10 dakikada bir araç geçer.
Bugünkü siyasi ortamda Türkiye’de belki de yaşanabilecek en elverişli yerlerden biri Kuzey Ege köyleri. Burada dünyadan nispeten kopuk, kendi kuyumuzdan suyumuz, kendi sebze bostanımız, kendi kümesimizden yumurtalarımız ile pekala geçinip gidebiliriz.
Fakat Assos yöresi değişiyor. İstanbul’dan ve siyasi ortamdan kaçanlar göreceli gelişmemiş bölgeleri tercih ediyorlar. On yıl içinde “ekoturizm” kisvesi altında inşa edilecek binlerce eve onbinler yerleşecek.
Doğayı katledecekler mi? Sanmıyorum, çünki buralarda yaşamak isteyenler çoğunlukla büyük kentlerin kurumsal yöneticileri. Tabiat, hayvan, yaşam değerlerimiz benzer.
Fakat su bakımından büyük sıkıntılar bekliyor hepimizi. Kilometrelerce öteden borularla taşınan ‘ab-ı hayat’ üç, dört misli nüfusun ihtiyacını karşılamaya yetmeyebilir.
Londra aksine su zengini. Orada esas eksikliğini hissettiğimiz: Sessizlik! Yaşadığımız semt anaarterlerin kesiştiği bir bölgede. En büyük şikayetimiz 5 dakikada bir borusunu öttüren itfaiye, ambulans ve polis arabaları. Gürültüsü küresel bir kente yakışan yoğunlukta. Üç dakikada bir yükselen uçak sesleri de İngiltere başkentinin 6 havaalanından 2’sine yakın olduğumuzu hatırlatıyor.
Köy yaşamımızda eksikliğini pek hissetmediğimiz tüm sergiler, kültür etkinlikleri, maçlar, şampiyonalar…hepsi yanıbaşımızda. Buraya geldiğimizde psikolojik faryapa (fire-up) uğruyoruz. Görevler hemen veriliyor: Büyük torun okuldan alınacak, küçük torun yuvadan… Gezilecek galeriler ve müzeler, görülecek oyunlar ve filmler, ziyaret edilecek yerler ardı ardına…
Her iki mekanımızda da memnunuz. Esasından değişim bizi diri tutuyor. Küresellikten yerelliğe, kakafoniden sukuta, ambalajlı meyvelerden daldan toplamaya, dar ve kalabalık ortamlardan uçsuz bucaksız manzarada seyrek rastlantılara…
Her ikisi de gerekli, sağlıklı ve mutluluk verici.
Makale yazarın sorumluluğunda olup İYT’nin görüşlerini yansıtmaz…
コメント