Dokuz aylık bir ayrılıktan sonra, İstanbul’u “hoş bulduk” (mu dersiniz?)… Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan Bostancı’ya doğru giderken (45 dakika süren taksi yolculuğu için 200 TL, İsrail’de aynı uzaklık için 200 NIS ödeniyor!), her çeşit kübik biçimde, kimileri 30 katlı nice yeni binadan geçiyoruz, sağlı-sollu… Bu açıdan bakıldığında, Timur Selçuk’un bir şarkısında dediği gibi “ekonomi tıkırrrında” olmalı, aslında!
Bostancı-Burgazadası motoruna binmeden, geçen seneden kalma İstanbulkart’ım turnikede “eksik bakiye” ikazını gösteriyor, motorun kalkmasına da bir dakika kalmış – ve bunun üzerine oradaki görevli “tamam abi, yandan geçiver” demesin mi?! Emin olun, bunu Türkiye dışında hiç bir ülkede göremezsiniz!..
Adaya yaklaştıkça, huzur artıyor; Kınalı’ya uğradıktan sonra motor daha da tenhalaşıyor – ve 10 dakikada İstanbul metropolünün sadece bir saat açıklarındaki “cennet”imize varıyoruz. Bizi iskelede bekleyen “yük bölüğü”nden dostumuzun elektrikli aracıyla evimize varıyoruz, valizler yukarıya taşınıyor (bu hizmetler de 200 TL!); terasın kapılarını açıyoruz ve işte karşımızda Kaşık Adası, onun ilerisinde Heybeliada’nın iki heybesi – karşı tarafta ise rengârenk bir gerdanlık gibi parlayan Bostancı-Kartal sahil yolu…
Sabah uyandığımızda, karşıdaki “gerdanlık” bu kez çirkin mi çirkin bir beton ormanına dönüşmüş – çocukluğumuzun o yemyeşil Yakacık tepesinin, bugün Ataşehir olmuş Kayışdağı’nın arkasından güneş doğmuş bile. İstanbul’un 16 milyonluk nüfusu uyanmış ve harekete geçmiş – çok şükür ki, ana arterlerdeki trafik gürültüsü adalara kadar gelmiyor!
Yıldan yıla çirkinleşen kenti özledim desem, yalan olurdu – ancak Müzik ve ardından gelen Caz Festivali’nin neredeyse tümünü kaçırdığımıza üzülüyoruz – salt Burgaz tütüyor burunlarımızda kış ve bahar ayları boyunca…
Caz Festivali’nin son konserine davetli olduğumuzdan, o akşamın gününü İstanbul’daki bazı dost ziyaretleriyle diş hekimi kontrolüne ayırdık. Mecburiyetten metroyu da kullanırken, bazı gözlemlerde bulundum: Sekizer kişilik sağlı-sollu oturma gruplarının hemen hepsinde ancak ikişer kişi maske kullanıyordu, yani nüfusun dörtte biri gibi… Çok mu zordur maske takmak – dahası, Covid vakalarının yeniden yükselişe geçtiği bu dönemde, maske zorunluluğunu getirmek, önümüzdeki seçimde oy kaybına mı yol açacak?! Kimi halktaki cehalet, gerçekten çok kötü bir şey!
Ortaköy’de Arap oranının en düşük olduğu House Café’de, sularında kefal balıklarının cirit attığı Boğaz’ın hemen yanı başındaki bir masada ufak tefek bir şeyler yedik, içtik. Türkiye standartları için yüksek sayılan ödediğimiz hesaba (takribi 100 NIS’e), Tel-Aviv’de ancak bir hamburger ısmarlayabilirsiniz! Ve gerçekten, bu yıl İstanbul’un her yerinde karşılaştığınız fiyatları görünce, geçtiğimiz yaz aylarına göre önce “şok” geçiriyor, ardından ise “İsrail’e kıyasla ne kadar da ucuzmuş” diyorsunuz.
Yolda yürürken, karşılaştığımız genç kızların küçümsenmeyecek bir bölümünde bustière giyenler gözümüze çarpıyor. Demek ki her şeye rağmen, örneğin geçen yıl otobüste şort giyen bir kızın tekmelenmesine karşın, rahatlatıcı bazı gelişmeler de yok değil anlaşılan…
Ve – günün doruğu, Harbiye Açık Hava Sahnesi’ndeki Caz Festivali Kapanış Konseri! Uzun süre bu mekâna uğramadığımızdan, nostalji dolu hislerle sağımıza, solumuza bakınıyoruz: Soft jazz’ı yeğleyen ve torch songs türünde besteleri olan Melody Gardot’u dinlemeye gelenler arasında 68 kuşağı, yani bizim yaşlarımızdakiler ağır basıyor… Nereye baksan, tabiri caizse, “(bem)beyaz Türkler”! Aralarında gençler de yok değil; dört kişilik grubuyla Brezilya ritimlerine de sık sık yer veren çekici alto sesli Gardot’u belli ki büyük keyifle dinliyorlar. Biz de aynı sanatçıyı, gene aynı festivalde ancak değişik bir konsept ile 2009 yılındaki Esma Sultan Yalısı‘ndaki konserinden anımsıyoruz…
Grubun piyanisti ve müzik yönetmeni, Brezilya’nın ünlü gitar sanatçısı Baden Powell de Aquino’nun oğlu Philippe Powell, geçtiğimiz aylarda Melody Gardot ile kaydettiği “Entre eux deux” albümüne birkaç bestesi ve bazı şarkılara vokalleriyle katılmış olup bu yeteneğini de, özellikle yeni albümlerini tanıttıkları konser boyunca sergiliyor; isimlerini anımsamadığım saksafon ve flüt virtüözü izleyicilerin sanki ruhlarına üflüyor, vurmalı çalgılar sanatçısı ise herkesi coşturuyor – tek kelime ile olağanüstü bir kapanış konseriydi!
Bakalım, İstanbul’da daha neler göreceğiz…
Comentários