top of page

Bir çınar veda etti! Sami Kohen’i kaybettik



Yazarımız Sami Kohen, tedavi gördüğü hastanede 93 yaşında hayata veda etti. Abdi İpekçi’nin davetiyle Milliyet’te 1954’ten beri diplomasi ve dış politika konularında haber ve yazılara imza atan Kohen, Türk basınını ilk kez dış haberler sayfasıyla tanıştırmıştı.



Türk basınının duayen ismi, yazarımız Sami Kohen, tedavi gördüğü hastanede 93 yaşında hayata veda etti. 1954 yılından bu yana Milliyet’te görev yapan, evli ve iki çocuk babası olan Kohen, bir süredir tedavi görüyordu.


Türk basınının, dış haberler ve dış politika konusunda önde gelen ismi Sami Kohen, Temmuz 1928’de İstanbul’da, ailenin son çocuğu olarak dünyaya geldi. Gazeteci bir aileye doğan Kohen’in babası, yarı zamanlı olarak “Türkiye’nin Sesi” adında bir gazete çıkarmaktaydı. Daha lise çağlarındayken kendisini gazeteciliğe teşvik eden de bizzat babası olmuştu. Henüz o dönemlerde “Yavrutürk” adlı dergide şiir ve öykü yazan Sami Kohen, babasının gazetesinde de toplumsal içerikli yazılar kaleme almaktaydı. Stajyer olarak başladığı “Tan” gazetesine girişi de, biraz babasının desteğiyle oldu. Zira babası, onu, gazetenin sahibi Halil Lütfü Dördüncü ile tanıştırmıştı.

CENAZESİ NEVA ŞALOM SİNAGOGU'NDA DÜZENLENECEK

Sami Kohen'in cenazesinin, 21 Ekim Perşembe günü saat 13.30'da Neva Şalom Sinagogu'nda düzenlenecek törenin ardından Ulus Musevi Mezarlığında toprağa verileceği belirtildi.


Kohen, Tan gazetesinde stajyer olarak başlamasının ardından, dil bildiği için yabancılarla konuşmaya gönderilir. Hatta, ilk işi de, Park Otel’de bulunan ABD’li iş adamlarıyla yaptığı görüşmedir. Başarılı işler çıkarsa da, patron Dördüncü, kendisine vaat ettiği primle ilgili şu yanıtı verir:

“Aslında benim senden para almam lazım. Bak burada birçok insanla tanıştın, birçok kere imzan çıktı, birçok şey öğrendin. Hadi bakalım şimdi git ve seneye tatilde yine gel!”

Gündem alanını belirler

1950’de 22 yaşına geldiğinde, Sami Kohen’in deyimiyle “ana bilim dalı” kendiliğinden belirlenir. Zira o yıl Kuzey Kore, Güney Kore’ye saldırmış, ABD Uzakdoğu’daki komünist egemenliğine karşı koymak için müdahale etmiş, Türkiye Amerika’nın yanında yer alarak Kore’ye asker göndermişti. Bu arada NATO’nun kuruluş çalışmaları başlamış, İttifak’a katılması için Türkiye’ye baskı uygulanmaya başlanmıştı.

Bu ortamda, Ekim 1950’de Halil Edip Törehan’ın “Yeni İstanbul”una “dış haberci” olarak başlayan Sami Kohen, burada, ileride birlikte çalışacağı ve yaşamının sonuna kadar parçası olacağı Milliyet’e çağıran merhum Abdi İpekçi ile tanışmış, dost olmuştu. Kohen bu gazetede bir yandan dış haberlerle ilgilenirken, bir yandan da, Beyoğlu muhabirliğini üstlenmişti. Çünkü o dönemde Beyoğlu, bir yandan yabancı temsilciliklerin çokça yer aldığı diğer yandan da İstanbul’a gelen ünlü yabancıların sıkça uğradığı bir yerdi. Dolayısıyla Kohen, burada söyleşilere imza atıyordu.


Kohen, “Yeni İstanbul”da iki yıl çalıştıktan sonra o dönemde akşam üstleri çıkan “İstanbul Ekspres” gazetesine geçer. Burada bir yandan dış haberler editörlüğü yapan Kohen aynı zamanda da “Siyaset Dünyasında” diye bir köşe yazar iki yıl.


Milliyet’e geçiş zamanı

1954 yılındaysa, meslek hayatının bundan sonraki akışını belirleyecek gelişme olur. Abdi İpekçi, Ali Naci Karacan’ın Milliyet Gazetesi’nin Yayın Müdürü, Sami Kohen’in de yakın dostudur. Bir gün buluşurlar...

İpekçi, Milliyet’te genç bir ekip kurduğunu, kendisini de yanında görmek istediğini söyler Kohen’e... O kararı verişini “Önceleri düşündüm, ama sonra birden buranın benim için son durak olacağını hissettim” diye anlatan Kohen, 1954’ün Ekim ayında Milliyet’te Dış Haberler Şefi ve dış politika yazarı olarak göreve başlar... Köşesinin adı da “Dünyada Bu Hafta”dır. Milliyet’te 70 yıla yaklaşan süre içinde sayısız yazı yazar, röportajlar yapar. Bu süre boyunca da “sadece dış politika yazarak” adeta rekorlara imza atar... Günlük gazetede ilk “dış haberler sayfası”nı o yapar.

Cebinden dergi bastı

Yetmez, o dönemde Milliyet’e yeni gelen Mehmet Ali Birand ile birlikte “Dünyada Bu Hafta” adında “gazete içinde dağıtılan” bir dergi yaparlar. Kohen, bu olayı da, Özer Yelçe’nin kitabında şöyle aktarır:

“O yıllarda gazete kâğıdı sıkıntısı var. Gazete 8 sayfaya düştü ve Dış Haberler’e sadece yarım sayfa ayrıldı... Oysa elimize, önümüze birbirinden güzel vazgeçilmesi olanaksız haberler geliyor. Sayfaya sığdıramadığımız haberler için içim yanıyor. Mehmet Ali Birand dış haberlere yeni gelmiş. Onunla birlikte bir tür iç hizmet olarak ‘Dünyada Bu Hafta’ başlıklı haftalık bir dergi çıkarttık. Bültenden hallice olan bu dergi bozması için bizim odacı Bayram’a 10 lira veriyordum cebimden, 200 tane çoğaltılıyordu. (Gazetede) En tepeden en aşağıya kadar dağıtıyoruz... Abdi bir gün ‘Nedir bu?’ diye sordu. Ben de ‘Çıkmayan haberlerin okunmasını sağlıyoruz’ dedim. Her zamanki gibi burnunu kıvırdı ve gülümsedi... Bu iş başarılı ve etkili oldu. Sonunda tam sayfaya çıktı dış haberler. Daha sonra da 1980’li yıllarda pazar günleri yayımlanan ‘Aktüalite’nin çekirdeğini oluşturdu bu çabalar.”

Son ödülüyle gururlanıyordu

Sadece Milliyet’e değil, “Newsweek”, “Christian Science Monitor”, “The Guardian”ın yanı sıra pek çok yabancı haber kuruluşu ve basılı medyaya yazılar yazdı Sami Kohen. Yani kendi deyimiyle “işi, iki yönlü trafikti”, bir yandan haber ithal ediyor diğer yandan da haberlerin ihracatını yapıyordu...

Uluslararası Basın Enstitüsü’nün yönetim kurulunda yer almış, 1989’da Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı Enformasyon Forumu gibi kuruluşlarda da görev yapmıştı. Son olarak geçen yıl 12 Ekim’de “Dışişleri Bakanlığı Üstün Hizmet Ödülü”ne layık görülmüştü. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, törende, Sami Kohen’in 70 yılını gazetecilik ve dış politikaya adamış duayen bir isim olarak takdim ederken, “Üniversite yıllarımızda da genç bir diplomat adayıyken, diplomat olmak isteyen öğrenciyken de yakından izlediğimiz bir uzman. Sami Kohen eskimeyen bir marka” ifadelerini kullanmıştı.

Kohen ise, konuşmasında aldığı bu ödülden duyduğu mutluluğu dile getirerek, “Bugün hayatımın en mutlu gününü yaşıyorum. Aldığım bu ödül, benim meslek hayatımı taçlandıran en büyük ödüldür” demişti. Kohen, bir taraftan mesleğini yaparken, bir yandan da Türkiye’ye hizmet etmiş olmanın ömrü boyunca kendisini çok mutlu ettiğini kaydederek, “Bugün aldığım bu ödül çalışmalarımın bu şekilde takdir gördüğünü göstermesi açısından benim için çok anlamlıdır” ifadelerini kullanmıştı.

Bunu, her fırsatta da tekrarlamayı ihmal etmedi Sami Kohen...

İlk yazısı...

SÖZ SIRASI...

Turist gözü ile...

Geçen hafta Amerikalı bir turisti Dolmabahçe Sarayına götürmüştüm. Sarayın kapısına geldiğimiz zaman kalabalık bir grup gördük. Hepsi de ecnebi idi. (Sarayın kapıları Salı ve Cuma günleri yalnız ecnebilere açıktır). Ellerinde ya bizim gibi Turizm Bürosundan aldıkları bir giriş kartı veya kendi Konsolosluklarından temin ettikleri bir mektup vardı. Fakat kapıdaki memur Saraya sokmuyor. “Müdür... imza” deyip duruyordu. Türkçe bilmeyen turistler tabii bundan bir şey anlamıyordu.

Memura giriş müsademizi gösterdiğim zaman “Bunu Müdüre imza ettireceksiniz” dedi ve şu izahatı verdi: “Şu yan kapıdan girin. Koridoru geçin. Bir merdiven çıkın. Soldaki ikinci kapıda Müdür diye yazar. Kağıdı imza ettirin. Dostunuz burada beklesin.”

Kapıda bekleyen turistlere yapılacak muameleyi, anlayabildikleri lisanda izah ettim. Çıkıp kağıdı imzalattık. Memur ondan sonra Saraya girmemize izin verdi.

TURİSTLERİN NEFRET ETTİĞİ BU UZUN BOYLU FORMALİTELERE VE KIRTASİYECİLİĞE NE LÜZUM VAR?

EĞER BU İMZA LÜZUMLU İSE KAPIDAKİ MEMURUN TURİSTLERE DERDİNİ ANLATACAK KADAR LİSAN BİLMESİ İCAP ETMEZ Mİ?

***

Turistler Sarayın içine girdikleri zaman hayran kaldılar. Bazıları burasını haklı olarak, Paris’teki Versailles Sarayına benzettiler.

Fakat Sarayın içinde izahat veren en ufak bir levha veya bu işi şifahen yapacak tek bir adam yoktu. Fevkalede güzel ve değerli tablolar, lambalar, masalar, duvar saatleri v.s. vardı. Bunların tarihçesi ne idi? Saray hangi devire aitti? Turistlerin meraklarını bir türlü tatmin edemiyordu. Sarayı gezdiren diğer lisan bilmeyen bir memur onlara “Yürü” demekten başka bir şey yapmıyordu. Hele grubun peşinden yürüyen üniformalı iki polisin nazarları turistlerin adeta huzurunu kaçıyordu.

ECNEBİ ZİYARETÇİLERİ TENVİR ETMEK İÇİN ODALARA VE EŞYALARA MESELA İNGİLİZCE VE FRANSIZCA OLARAK LEVHALAR KONAMAZ MI?

***

Dolmabahçe Sarayındaki durumu bazı farklarla diğer tarihi turistik yerlerde görmek mümkün. Mesela Topkapı Müzesinde izahat veren ufak tefek kartlar vardır. Ama bunlar İngilizce olarak yazılmamıştır.

İSTANBULA GELEN ZİYARETÇİLERİN ÇOĞUNUN İNGİLİZCE KONUŞAN TURİSTLER OLDUĞU UNUTULUYOR MU?

Memlekete turisti getirttikten sonra onu memnun etmesini de bilelim.

Son yazısı 27 Nisan 2021

Kıbrıs meselesinde nereden nereye gelindi?

Yıl 1955... Londra’daki Lancaster House Sarayı Kıbrıs’la ilgili “beşli” bir konferansa ev sahipliği yapıyor.

Toplantıya Türkiye, Yunanistan, İngiltere Dışişleri Bakanları (Zorlu, Stefanopulos, Macmillan) ile Kıbrıs’taki iki cemaat liderleri (Dr. Küçük ve Makorios) katılıyor.

Bu, Kıbrıs konusunda yapılan ilk uluslararası konferanstı.

O dönemde Britanya İmparatorluğu Asya ve Afrika kolonilerine bağımsızlık vermeye başlamıştı. Kıbrıs’tan da benzer bir talep geliyordu. İngiliz hükümeti, işte Kıbrıs konferansını tüm ilgili taraflarla adanın geleceğini görüşmek amacıyla topluyordu.

Konferansın başladığı 28 Ağustos günü, ben Milliyet mensubu, çiçeği burnunda genç bir gazeteci olarak oradaydım. Bu benim ilk yurt dışındaki görevim ve aynı zamanda Kıbrıs meselesine ilgimin başlangıcını oluşturacaktı.

Nasıl başladı?

Bugün Cenevre’de gene Kıbrıs meselesiyle ilgili bu kez değişik şekilde BM’nin de katılımıyla “beş artı bir” formatında toplanırken, Londra’daki ilk konferansı ve o dönemde tarafların pozisyonu anımsamakta, diğer bir deyişle, bu meselede nereden nereye gelindiğine bakmakta yarar vardır.

1950’lerde İngiltere, özellikle Rum EOKA terör grubunun kolonyal idareye karşı eylemlerinin de etkisiyle, meseleyi böyle bir konferansa taşımaya karar vermişti. O dönemde Rum tarafı, İngiltere’nin diğer kolonilerine yaptığı gibi, “self-determinasyon” hakkını tanımasını istiyordu. Nitekim konferansta da Kıbrıs Rum-Yunan tarafının masaya koyduğu talep buydu.

Açıkçası, Türk tarafı, sadece Rumların talebine karşı çıkıyor, kendi açısından bağımsızlık yönünde bir şart koşmuyordu. Londra Konferansı’ndan önce Ankara’nın resmi tutumu, zamanın Dışişleri Bakanı Köprülü’nün ifadesiyle “Kıbrıs diye bir meselemiz yoktur” ifadesini yansıtıyordu. Ancak Londra Konferansı’nda Türk heyetinin başında bulunan Zorlu, şu tezi masaya koymuştu: İngiltere Rumların talebini katiyen kabul etmemelidir. Zira bu, adanın Rumlara teslim edilmesi demek olur. Eğer İngiltere çekilecekse, adayı Türkiye’ye devretmelidir. Çünkü İngiltere Kıbrıs’ı Osmanlı İmparatorluğu’ndan almıştır. Şimdi bu hak Türkiye’ye rücu eder.

Tabii stratejik önemi dolayısıyla zaten Kıbrıs’ı bırakmak niyetinde olmayan İngiliz diplomasisi için, taraflar arasındaki bu zıt pozisyonunu geleneksel “böl ve yönet” politikasını sürdürmesi için bir fırsat oluşturuyordu. Londra’daki görüşmeler 5 Eylül’de çıkmaza girince Macmillan konferansı kesti. Ne var ki 6 Eylül’de İstanbul’da Kıbrıs’la ilgili olarak düzenlenen mitingler çığırından çıktı, bilinen dramatik olaylara yol açtı.

‘Ya taksim ya ölüm’

Gelelim bu uzun filmin bundan sonraki bölümlerine. Özetin özetiyle, önemli gelişmeleri şöyle sıralayabiliriz:

Kıbrıs Türk tarafında ve Türkiye’de Kıbrıs davasına sahip çıkma akımı yaygınlaştı ve güçlendi. Adada Türkler örgütlenmeye, silahlanmaya başladı. Türkiye’de Kıbrıs için “Ya taksim, ya ölüm” gibi sloganlar eşliğinde gösteriler, toplantılar düzenlendi. Türk diplomasisi uluslararası platformda sesini duyurmaya çalıştı.

Bunun ardından, en önemli gelişme, yoğun diplomatik çabalardan sonra 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını sağlayan Londra ve Zürih anlaşmalarının akdedilmesi oldu. Böylece, iki toplumu bağımsız Kıbrıs’ın yönetiminde ortak duruma getiren yeni bir statü sağlandı.

Bu olay başta taraflarca memnunlukla ve umutla karşılandı. Benim o günlerde iki tarafla temaslarımdan aldığım bu havaya şüpheyle bakan nadir kişilerin başında o zaman cemaat başkanı olan Rauf Denktaş geliyordu. Yaptığım söyleşide açıkça “Bu iş yürümeyecek, göreceksiniz” demişti. Bunun sebebini de şöyle izah etmişti: “Rumlar adanın tümüne hâkim olmak ister. Ellerindeki olanaklarını kullanıp bizimkileri ezmeye ve bertaraf etmeye çalışacaklar...”

Denktaş’ın öngörüsü çok geçmeden gerçekleşti. Rumlar hakimiyet kurmak için her yola başvurdu. Bu arada 1963 sonunda Erenköy’de giriştikleri katliamla mevcut statüyü çökerttiler, 1967’de Geçitkale ve Boğaziçi köylerine saldırılarıyla da adanın fiilen bölünmesine yol açtılar.

Bütün bu kanlı olayları, çatışmaları, aradaki müzakereleri, gerginlikleri yerinde izleyen bir gazeteci olarak, adadaki Türk halkının çektiği sıkıntıyı ve acıları gördüm.

1967’deki dramatik olaylardan sonra anavatan Türkiye’nin müdahalesini bekleyen Türk gençleri bunun bir türlü gerçeklememesi karşısında toplanıp “Bekledik de gelmedin” şarkısını söylemeleri çok üzücüydü.

HAREKÂT VE SONRASI

Türkiye’nin Barış Harekâtı’nı gerçekleştirdiği 20 Temmuz 1974, Kıbrıs için önemli bir milattır. O tarihten itibaren ada Türklerinin kaderi değişmiş, fiili durum yeni bir çığır açmıştır. Nitekim o yıldan sonra diplomasi yoluyla çözüm arama girişimleri yeni realiteyi dikkate almak zorunda kalmıştır.

1976’da bu amaçla Viyana’da yapılan peş peşe altı konferansı izlerken, artık Rum tarafının da Enosis’i gerçekleştirmek veya adanın tümüne hâkim olmak niyetinin bir hayal olduğunu fark ettiğini tespit etmiştim. Makarios bir söyleşimde bana Enosis’in artık “arzu edilen ama gerçekleşmesi imkânsız hale gelen bir hedef olduğunu” belirtmişti.

Bu aşamada Mehmetçik’in kontrolündeki Kuzey bölgesi hızla ayrı ve otonom bir bölge olarak varlığını gösteriyordu. Karşılıklı nüfus hareketi sonucu ada bölünüyor, BM kontrolündeki Yeşil Hat bir sınır oluşturuyordu.

Sahadaki bu yeni durum, diplomasi koridorlarında ve müzakere masasında federal çözümü gündeme getiriyordu. Nitekim, BM gözetimindeki görüşmelerin konusu Denktaş ile Klerides’in de mutabık kaldıkları iki bölgeli, iki toplumlu federal sistemin detaylarıyla ilgiliydi. Bu arada 1983’te bir sabah çok erken bir saatte Denktaş’ın Meclis’i toplantıya çağırıp KKTC’yi ilan etmesi büyük sürpriz olmuştu. Ne var ki bu bağımsızlık dış dünya tarafından tanınmadığı gibi, Kuzey’deki Türkler ambargolarla cezalandırıldılar.

Kıbrıs’taki yeni gerçek nihayet BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın ismini taşıyan planı gündeme getirdi. Ama referandumda Rumların sabotajı bu federal çözümü de suya düşürdü. Onu izleyen süreçte yapılan tüm görüşmelerin akamete uğramasına neden oldu.

Aslında bu uzun süreçte, federal çözüm son umuttu. Karşılıklı anlayışla gerçekleşmesi tüm tarafların yararına olacaktı. Ama ne yazık ki olmadı. “Son durak”tan sonra yollar ayrıldı: Türk tarafı için artık “iki devletli çözüm” yegâne seçenek oldu. İlk Kıbrıs konferansından 66 yıl sonra, şimdiki konferansla gelinen nokta budur...

CENEVRE’DEN NE ÇIKAR?

Bugün Cenevre’de başlayacak olan Kıbrıs Konferansı “beş artı bir formatında, gayri resmi görüşmeler” diye tanımlanıyor. BM’nin gözetiminde, Türkiye, Yunanistan, İngiltere, Kıbrıs Rum ve Kıbrıs Türk temsilcilerinin katılımıyla düzenlenen bu görüşmelerin amacı, ileride yapılacak esas konferans gündemini ve parametrelerini belirlemek, neyin müzakere edilip edilemeyeceğine karar vermektir. Yani bir nevi “görüşme için görüşme” egzersizi yapılacak.

Kıbrıs Türk ve Rum taraflarının Cenevre’de savunacakları tezler belli: Türk tarafı, eşit egemenlik temelinde “iki devletli” çözümün müzakere edilmesini isteyecek, yıllardır konuşulan federasyonun gündemden düşmesinde ısrar edecek. Kıbrıs Rum-Yunan tarafı ise esas konunun federasyon olması gereğini savunacak, adada ayrı bağımsız bir devletin kurulmasına şiddetle karşı çıkacak.

İki tarafın bu temel pozisyonları konusundaki ısrarlı duruşları, Cenevre’deki “gayri resmi” görüşmelerden de bir sonuç çıkmayacağı kanısını veriyor. Buna rağmen tüm taraflar, Cenevre’de diplomasiye gene bir şans tanımak zorunluluğunu da hissediyor.

Son günlerde yapılan “gayri resmi” temaslardan sızan bilgiler, iki zıt tezi uzlaştırabilecek bir “orta yol” önerisinin gündeme gelebileceğini gösteriyor. İngiltere’nin hem Türk tarafının “egemenlik” şartını, hem Rum tarafının “federal sistem”le ilgili görüşünü belirli ölçüde karşılayan bir formül üzerinde durduğu söyleniyor.

İngiliz diplomasisinin ürettiği bu yeni plan taslağının içeriği ve özellikle detayları çok önemli. Şimdiye kadar tüm müzakereler “detay” denilen temel konulara takıldığı için sonuçsuz kalmıştır.

Cenevre görüşmeleri bu bağlamda “son test” olabilir...

Kaynak:Milliyet


Comments


Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page