top of page

KUTSAL GÜN – Gizlenerek geçirilen bir Yom Kipur (1)


(Yazarın yazısını sesli dinlemek için tıklayınız)

KUTSAL GÜN – Gizlenerek geçirilen bir Yom Kipur (1)

Budapeşte’de II. Dünya Savaşı sırasında bir sığınakta yaşayarak Nazilerden gizlenen Chana Heilbrun ve ailesinin hikâyesinin ilk bölümü.

Her şey birbirinden farksız, art arda gelen yeknesak günlerden biri gibi başlamıştı. Ardından saatler, günler, haftalar birbiri ardından akıp gitmeye başladı. Kendilerine özgü hiçbir özellikleri yoktu. Takvim yapraklarındaki rakamların, günlerin kendilerini içeren özellikleri, sadece geçmiş günlerin anılarında kalmışlardı. Hatta Şabat bile günlerin içinde karışıp kaybolmuş, gözden kaçmış, kutsallaştırılmamış zaman kütleleri gibi, geride kalıp kayboluyorlardı. Penceresiz yer altı sığınağımız dışarıdan içeriye girebilecek, ince bir gün ışığını bile sızdırmazdı. Gece, gündüz ve diğer olabilecek hiçbir şey, saatin kaç olduğunu gösterdiğinin aksine, insana hiçbir şeyi aksettirmezdi. Çıplak bir elektrik ampulü alçak tavandan öylece sarkar, haftalar, aylar boyunca görebileceğiniz yegâne sahte güneş ışınını bizlere sunardı. Hiç kimse kaç zamandır, böyle yaşadığımızı kestiremezdi bile…

Bizi, annem, iki kız kardeşim ve ben oluşturuyorduk, Hıristiyanların içinde Katolikler gibi yaşıyorduk. Etrafımızda kaç kişi vardı, tam olarak anımsayamıyorum. Sığınağın en dip katındaydık. Diğerlerinin yemeklerini paylaşıyorduk. Sonu gelmeyen bombardımanların altında onların korku ve titreyişlerini paylaşıyorduk. Budapeşte’nin üzerimize doğru parçalanmasını ve yerle bir edilişini paylaşıyorduk. Dizlerimizin üzerinde çökerek, onların İsa’ya ettikleri duaları paylaşıyorduk. Topluluğumuz yaklaşık yüz kadar kadın, çocuk ve sakat erkekten oluşuyordu.

Günlerimizin tek değişikliği, etrafta ölümün kol gezdiği sokağa temkinli bir şekilde çıkıp, etrafta olup bitenleri gözlemleyip, sonra yine gölge gibi süzülüp yanımıza dönenlerin anlattığı şeylerdi. Dönenler, dışarıdaki savaş çılgınlıklarını anlatırken, kimimiz elleriyle kulaklarını kapatır, görmez, işitmez olmayı tercih ederdi. İşte günler böyle akıp giderken, herkes zamanı saymaktan çoktan vazgeçmişti…

O sabah henüz uyanmıştım ki, o gün farklı bir şeyler olacağını hissettim. Gözlerimi açtım ve etrafımı şöyle bir süzdüm. O gün sanki çok önemli bir şey vardı. Şöyle eskiye ve kendi evimize dair, fakat unutulan bir şey…

Saman döşeğimde dönüp baktığımda etrafımda uyuyan birçok insan bedenini gördüm. Annemler de ince battaniyelerine sarılmış, hafifçe soluk alarak derin bir uykunun kucağındaydılar. Hepsi buradaydı, babam hariç. Babam dışarılarda bir yerlerde gizleniyordu. O gizlenme faaliyetlerini yürüten grubun bir parçasıydı. Tek erkek kardeşim de başka bir yerde gizleniyordu. Kardeşimin tipi çok fazla Yahudi’ye benzediği için bizimle birlikte saklanamamıştı. Nedir ki aylardır onları görmemiştik. Bu katlanılması çok zor bir şeydi. Onları çok özlemiştik.

Aniden Max’ı hatırladım. Max geçen günden beri yanımıza uğramamıştı. Hiç kimse onun nerede olduğunu bilmiyordu. Max benden yaşça çok daha büyüktü. Fakat o benim, bütün bu korkak ve yabancı insanların içindeki en yakın dostumdu. Belki de babamın yaşındaydı. Şimdi ona ne olmuştu acaba? O hayatını hep gizli ve kapalı tutardı. Hiçbir şey anlatmazdı. Acaba sırlarını neden benimle hiç paylaşmıyordu?

Usulca sürünerek ve hiç kimseyi uyandırmamaya çalışarak, annemin bizim için astığı perdenin arkasına süzüldüm. Orada özel bir bölümümüz vardı. Her zaman çok düzenliydi. Sığınaktaki herkes hâlâ derin uykudaydı. Neredeyse her zaman açık duran ampul bile hâlâ kapalıydı. Her taraf kapkaranlık gölgelerle doluydu. Ortadaki ağır hava nefes almayı zorlaştırıyordu. Max olsa ufak tefek şeyler yaparak, odanın havasını değiştirebilirdi. Onu bekledim durdum, fakat hâlâ görünürde yoktu.

Annem Max’dan nefret ederdi. Bana defalarca, sığınağın etrafındaki ‘gezintilerimize’ çıkmamamı söylerdi. Fakat onun önünde bunu asla söylemediğinden, ben de ona aldırmaz ve ne olursa olsun onunla giderdim. Max harika bir insandı. Apansızın, yanımızda büyük ve güzel gülüşüyle beliriverirdi. Beni kaptığı gibi havalandırır ve omuzlarına oturturdu. Sonra büyük bir kahkaha atarak: “Haydi bakalım kraliçem, bu gün seninle nerelere gidelim? İçinden geveze bir dere geçen, tarih öncesi bir ormana mı, yoksa gülümseyen papatyaların öbek öbek toplaştıkları yeşil kırlara mı?”

Max ile yolculuklarımız

Ben heyecanla onun bütün yolculuklarımızda başından hiç çıkarmadığı tozlu mavi beresine bakarak, sevgiyle boynuna sarılırdım. Bu şekilde sekiz basamaklı, tembel tembel salınan altın süslemeli ‘gondol’umuza atlar ve usul usul kıyıdan süzülüp giderdik. Etraftaki bütün yüzler, kırık dökük ahşap sandalyeler, boyası dökülmüş eski bavullar gözden kaybolurdu. Her taraf ağaçlar, kayalar ve çiçeklerle dolardı. Güneş sıcacık yükselir, korkunç ve karanlık fırtınaları uzaklaştırırdı. Küçük ve sevimli hayvancıklar, bizlerle birlikte neşeyle hoplayıp zıplarlardı. Onun bana anlatacağı sonu gelmeyen hikâyeleri vardı. Kırların arasında kendimize piknik yapacağımız bir yer bulup, orada konaklardık. İşte bu sihirli anların içinde Max elini cebinin derinliklerine daldırır ve benim için oradan harika bir karamela çıkartırdı.

Max etraftayken günler, dakikalar kadar hızlı geçerdi. Sığınaktaki diğerleri bile bize bakıp eğlenirler, gülerlerdi. Hatta onlar bile vaktin nasıl geçtiğini anlamazlardı. Ama Max’ın bir de öteki yüzü vardı. Bazı günler yüzüne karanlık ve kasvetli bir ifade otururdu. İşte o anda beni omuzlarından aşağı indirir ve kendi kendine homurdanarak, sığınağın içinde volta atardı. Hızlı hızlı yürürken ellerini arkasına bağlardı. Sanki kafese kapatılmış vahşi bir hayvana benzerdi. Sesi gitgide daha fazla yükselirdi. Ayağı ahşap bir sandığa takılırken, eliyle kavradığı bir kutuyu karşı duvara fırlatırdı. Sonra beresini kafasından çıkarıp gözyaşlarını silerdi, sonu gelmeyen bir nutuk atmaya başlardı. Tanrı, insanlar ve savaş üzerine bitip tükenmeyen bir şeyler anlatırdı.

Ben tabi ki söylediği her şeyi anlayamıyordum ama defalarca tekrarladığı şeyler çocuk beynime bir mühür gibi keskince kazınıyordu.

“Koyun sürüsü, koyun sürüsü, işte biz buyuz. Biz insan değiliz. Bizler, vahşi kurdun keskin dişli ağzına doğru giden koyun sürüsüyüz. Biz bütün bu olanları hak ediyoruz. Biz bu savaşı ve işkenceleri hak ediyoruz. Size anlatayım, bütün bu başımıza gelenler, bu inanılmaz yeryüzü cehennemi, henüz gelmeden önce kendini belli etmişti. Evet, cehennem, hani o hep gitmekten korktuğunuz cehennem… Şu anda yeryüzünde ve siz hepiniz onu Tanrı’nın adıyla yarattınız. Biz hayvan gibi yaşamayı hak ediyoruz çünkü hepimiz hayvanız! Yıllarca, yüzyıllarca sindirildik, hizmet ettirildik ve hayvanlar gibi diz çöktürüldük. Biz adam değiliz. Böyle bir insan gerçek olamaz. Biz adam kılıfı içinde, dört ayak üzerinde giden ve hiç düşünmeyen yaratıklarız. Tanrı’nın adıyla! Her zaman Tanrı’nın adıyla! Pekâlâ, etrafınıza bakıp, siz Tanrı’ya tapındığınızı sanıp, putlara tapınanlar, söyleyin bana, hani nerede, Sevgili İsa Tanrı’nız nerede şimdi? Neden gizleniyor? Ona imanla hizmet edenler adaletini niye dağıtmıyor? Bu onun dünyası mı, yoksa değil mi? Onun adına tükürenler, doludizgin ilerliyor. Haydi, bu fıkraya hep birlikte gülelim…”

“Bana kimse dokunamaz”

Max etrafına ateş saçan gözlerle bakıp ellerini ileri doğru uzattı; “Şimdi size neden olduğunu söyleyeceğim, çünkü” sesi aniden yavaşladı, ıslık çalar gibi fısıldayarak devam etti: “Çünkü o yok! İşte nedeni bu! Sizin Tanrı’nız yok, orada bir Tanrı yok! Orada sadece sonsuz bir uzay var, siz de oraya dua edip duruyorsunuz!” Max’ın sesi giderek yavaşladı ve onu felç olmuş gibi dinleyen kadın ve çocuklara baktı, sığınakta üç rahibe de vardı. Onlara gözünü diktiği anda, üçü de dehşetle diz çökerek hızla haç çıkartmaya başlamışlardı.

“Bana bakın!” diyen Max artık göğsünü dövüyordu.

“Bana bakın, ben emniyetteyim çünkü dinim yok. Bana hiç kimse dokunamaz. Ben kendim için varım. Benim için bir adamın, O’ndan daha az bir değeri yoktur. Ne Hıristiyanlar, ne Müslümanlar, ne de Yahudilerin değeri yok. Burada benim için tek değerli bir şey var.”

Aniden beni vahşi elleriyle kavrayıp, yerden yükseklere doğru kaldırdı: “İşte benim Tanrı’m budur! Çocuk, adam, insanlık; İşte benim Tanrım budur. Başka bir şey değil!”

Annem yavaşça yanımıza yaklaştı, gözleri yaşlarla doluydu. Max’a uzun uzun baktı, elimi tuttu ve oradan uzaklaştırdı. Fakat o saatler sonra tekrar geri döndü, bitkin bir şekilde yere yattı ve uyuyakaldı. Uyandığı zaman, yüzünde fırtınadan sonra açan güneş gibi bir ışıltı vardı.

 

(Yazarın yazısını sesli dinlemek için tıklayınız)

Kutsal Gün – Gizlenerek Geçirilen Bir YOM Kipur-2

Geçtiğimiz hafta ilk bölümünü verdiğimiz II. Dünya Savaşı sırasında Budapeşte’de bir sığınakta yaşayarak Nazilerden gizlenen Chana Heilbrun ile kendisinden yaşça çok büyük olan isyankâr Max’ın öyküsünün ikinci ve son bölümü…

Artık Max yok. Geçen günden beri ortalıkta gözükmüyor. Yapacak bir şey, söyleyecek bir söz yok. Kimse o konuda tek laf etmiyor. Bense her şeye rağmen perdeyle ayrılmış küçük köşeme çekilmiş, sabırla bekliyorum.

Annemin perdeyi açmasıyla düşüncelerim bölündü. Annem kalkmış ve kahvaltı hazırlamıştı. Birkaç kraker ve reçel vardı. Annem ve ablalarım kahvaltıya hiç dokunmamışlardı.

“Budalalık yapma Chana, yemen lazım. Yemezsek kuvvetli olamayız.” Ablam yere baktı ve cevap vermedi.

“Ama sen niye yemiyorsun anneciğim? Neden daha fazla yiyeceğimiz yok?” Annem gözlerini kaçırarak: “Ben bu sabah aç değilim. Ama senin yemen şart. Hatta benim payımı bile yemelisin. Ben daha sonra yiyeceğim” dedi. Yüzünde ağırbaşlı bir hal vardı. Ama arada sırada baktığı gibi, üzgün bakışlarla beni süzüyordu. Tıpkı eski yıllarda olduğu gibi… Kendi evimizden ayrılmadan önce ve Yahudi olmaktan vazgeçmediğimiz o zamanlarda olduğu gibi. Birdenbire iki elini başımın üzerine koyup, birkaç kelime mırıldandı. Tıpkı yıllar önce babamın yaptığı gibi. O anda ağlamaya başladım:

“Max nerede anneciğim? Neden geri dönmedi? Sen onun nerede olduğunu biliyorsun değil mi?” Annem, “Şşşt, onun hakkında konuşma, adını bile anma. Bu çok tehlikeli olur!” dedi. Annemin davranışı çok yakındı ama ben çocuk yaşımın verdiği bir inatla huysuz bir şekilde ısrarıma devam ediyordum:

“Neden ona hâlâ kızgın mısın? Söyledikleri için ona hâlâ öfkeli misin?” Annem şiddetle bana döndü ve, “Hiçbir şeye öfkeli değilim. Hiçbir şey olmadı ki! Anlamıyor musun? Kesinlikle hiçbir şey olmadı. Bunu asla unutmaman gerekiyor. Bu son derece önemli anladın mı?” dedi. Artık ses tonu çok ciddi ve etkileyiciydi. Yavaşça yutkundum ve sustum. Ama daha sonra kendi kendime kaldığım zaman, yere oturdum ve olanları tekrar hatırlamaya başladım. Olanlar iki gün önceydi. Max’ın gidip, bir daha dönmediği, geçen akşam. O akşam Max sığınağa paldır küldür girmişti. Perde kalkıktı. Annem ve ablalarım diğer kadınlarla sohbet ediyorlardı. Max benden yardım istedi. İkimiz ailemize ait bavulu karıştırıp, didik didik aramaya başladık. Ben bunu oyun sanmıştım ve kıkırdıyordum. Aniden Max’ın eline kara kaplı küçük bir kitap geçti. Kitap sandığın en dibinde, bazı giysilere sarılı olarak duruyordu. Max elindeki kitabı açtı ve içine baktı. Aniden gürültülü ve abartılı kahkahalarla gülmeye başlamış, bacaklarını tokatlıyordu. Sonradan kahkahaları acı çığlıklara dönüştü. Annem koşup kitabı onun elinden aldı, bir an durduktan sonra ona baktı, “Sen artık tam olarak çıldırdın” dedi. Fısıldayarak, “Şu haline bir bak” derken, o kendini yerlere atarak ve yuvarlanarak gülmekten çatlayacak hallere geliyordu.

“İşte dünyadaki en aptalca şeylerden biri, bir ‘Sidur’, bir ‘Sidur’!” derken karbüratör gazıyla tıkanmış gibi debeleniyordu.

“Bir silah değil, bir ilaç değil, bir parça yiyecek bile değil. Kendilerini bir ‘Sidur’ ile emniyete alacaklar! Bir ‘Sidur’ ile!” Aniden kahkahalarını kesti ve esip gürlemeye başladı. Annemi kollarından yakalamış tartaklıyordu.

“Bunu neden sakladın? Bu sihirli şeyin sana ne yapacağını düşünüyorsun? Sen hâlâ gerçek bir Yahudi olmadığını anlamıyor musun? Ben de Yahudi değilim, bu saçma şey de Yahudi değil!”

Annem ona dikkatle baktı, gözleri hiçbir şey söylemiyordu…

“Bana neden bahsettiğini hiç anlamıyorum. Bunu da nereden bulduğunu hiç bilmiyorum. Şimdi bunu al ve git. Biz artık uyumak istiyoruz” dedi. Sonra dosdoğru Max’ın gözlerinin içine bakarak, haç çıkarttı. Bu arada ‘Sidur’ kitabı hâlâ elindeydi. Max hemen gitmedi. Önce kitabı yırtmaya başladı, ardından paramparça yapıp yerlere fırlattı. Üstüne tükürdü ve yırtık sayfaların üzerinde tepinmeye başladı. Benim ense kökümden belime kadar ürpertiler yayılıyordu. Öne doğru bir hamle yaptım ama annemin buz gibi bakışlarıyla olduğum yerde dondum, kaldım. Sonra Max ellerimi tutup bana doğru eğildi:

“Ve son olarak, sen minik ve masum çocuk, bilmelisin ki burada Tanrı diye bir şey yok sevgili çocuğum. Bu sayfaların içinde sihirli bir güç yok! Her şey, yapabileceğin her ne ise, burada o yazmıyor!” Sonra elimi parmağıyla dürterek, “Burada hiçbir şey yok. Hiçbir şey olacağı da yok. Bunu hep hatırla” deyip sonra arkasını döndü ve sığınağın kapısına doğru yöneldi. Karanlıkta ona baktım. Yüzünde öfke vardı. Arkasından koştum, “Max, Max nereye gidiyorsun?” dedim. Beni usulca itti, “Hayır çocuğum şimdi değil. Şimdi kendimle baş başa kalmam lazım. Fakat geri döneceğim sana söz veriyorum. Yarın sabah sen daha uyanmadan, ben buraya dönmüş olacağım” dedi.

Bu onu son görüşüm oldu. Annem dalgın bir biçimde yere eğilip yırtılan kitap sayfalarını topladı. Bir an durakladıktan sonra hepsini eski bir gazetenin içine koyup gazeteyi dürdü ve ablama dönerek, “yapacak başka bir şey yok. Bunu dışarıya çöpe koyacağım” dedi.

Şimdi annem hiçbir şey olmadığını iddia ediyor. Ben her şeyi biliyorum ama onu anlıyorum. Çünkü bu çok tehlikeli bir şey. Bütün gün amaçsız bir şekilde geçti. Aylak aylak, etrafta dolanıp durdum. Kendi kendime Max’la yaptıklarımızı yapmayı denedim ama olmuyordu. Onsuz olmuyordu işte. Öğle yemeğini yine tek başıma yedim. Annem daha önce yediğini söyledi. Sonra bir köşede oturup tüm ikindi boyunca suratımı asıp durdum. Arada bir umuda kapılıyordum, ama hiç kimse yeraltındaki sığınağın kapısını tıklatmıyordu.

Babanın gelişi

Akşamüstü bir patırtı duydum. İçeriye yeni biri girmişti. Koşarak gidip baktım, belki de gelen Max’dı. Ama donmuş gibi kalakaldım. İçeriye giren adamın başı sargılıydı, elleri de sanki presle sıkıştırılmış gibi cansız duruyordu. Bu Max değildi. Bu aylardır görmediğim babamdı. Hızla bizim köşemize doğru ilerledi, yataklardan birine oturup sırtını duvara yasladı. Yüzü ölü gibi bembeyazdı. Oynatamadığı ellerinin parmak uçlarından kan sızıyordu. Annem hareketsiz duruyordu, sonunda babam alçak sesle ama hızlıca konuşmaya başladı; “Ben merhum kocanızın bir arkadaşıyım. Kocanız dün gece olan bir baskında hayatını kaybetti. Bunu ilk öğrenen sizsiniz. Onun son dileği sizi görmemi istemesi oldu. Ben çok yaralıyım. Biraz dinlenmeye ihtiyacım var. Sanırım neler olduğunu tahmin ediyorsunuzdur. Lütfen perdeyi indirir misiniz” dedi.

Ardından ablam dışarıya çıkıp, diğer insanlara babamın öldürüldüğünü anlatmaya başlamıştı. Ben babamın ellerine baktım. Elleri paramparçaydı. Dışarıya fırlayan kemikleri görünüyordu. Bacakları da aynıydı. Parçalanmış pantolonunun içinden görünüyordu. Her tarafı kan içindeydi. Annem yaralarını, yırtılmış bir kumaş parçasına sarıp bandaj yapıyordu. O ise alçak sesle hikâyesini anlatıyordu. Söylediklerini daha sonra uzun uzun düşünüp, ancak çok sonraları tam olarak anlayabilmiştim.

Birisi onları Gestapo’ya ihbar etmişti. Hem direnişçi hem de Yahudi oldukları için, gizlendikleri yere baskın yapılmıştı. O pencereden aşağı atlarken ellerinin üzerine düşmüştü. Elleri o hale geldikten sonra Nazi askerleri bacaklarına da ateş etmişlerdi. Koşarak kaçmaya çalışırken, SS’lerin kurt köpekleri üzerine atlayıp onu paramparça etmişlerdi. Ama şans eseri ellerinden kurtulmuş ve buraya ulaşabilmişti.

“Ama hemen gitmem şart, yoksa sizi de tehlikeye sokarım. Kısa bir süre sonra size emniyette olduğumu haber verirler. Tanrı’nın yardımıyla İsviçre için pasaportlarımız, yakında elimize ulaşacaktır” dedi. Annem küçük gaz ocağımızı yaktı; “Size gitmeden önce, sıcak bir çay hazırlayacağım. Sonra biraz dinlenin ve gitmeden evvel biraz uyuyun” dedi. Babam saatine baktı ama, saati yerinde değildi. “Hayır buna hiç vaktim yok Şimdi daha iyiceyim” dedi.

Annem ona boş boş baktı;

“Bunu yapmanız doğru olur mu? Bu vaziyette nasıl gidebilirsiniz? Bir şeyler yemeniz lazım. Kuvvetli olmalısınız. Size söyledim zaten” derken adam yumuşak bir sesle, “Ne zamandan beridir yediklerimiz bize kuvvet veriyor?” diye sordu.

“Şimdiki zaman, insanoğlunun doğanın en diplerine indiği zaman. Doğamız tam bir çıplaklık ve umarsızlık içinde. Şimdiki zamanda herkes neyi isterse onu görüyor. Kimisi bu çılgın akıl almaz kaosun içinde sürüklenmiş gidiyor. Kimisi de bu kaosun içinde Tanrı’nın elini, ona dokunan elini görüyor. Ah! Eğer bunu tam olarak anlayabilseydik- Baruh Dayan Emet- (Gerçeğin Hâkimi Mübarektir)”.

Sonra babam uzandı ve uyuyakaldı. Kısa bir süre sonra da bizi terk etti.

Max’ın akIbeti ne oldu?

Savaştan uzun bir süre sonra, annem bana Max’ın akıbetini doğrudan anlattı. O sabah Max bizim sığınağın hemen yakınında bulunmuştu. Başından vurularak öldürülmüştü. Belki onu bulan Naziler tarafından, belki de ondan korkan Yahudiler tarafından… Hiç kimse tam olarak bilemiyor. Fakat ceketinin göğüs kısmına bir kâğıt iliştirilmişti, üzerinde büyük harflerle “YAHUDİ” yazıyordu.

Şimdi öylece oturup, babamın bizi terk ettiği günü tekrar anımsıyorum. Annem şimdi bana doğru dönüyor ve korkutucu bir asabiyetle, “Çabuk bunu elinden bırak” diyor, ama ben usandığımdan ve artık sıkıldığımdan isyan edip dediğini yapmıyorum.

“Bunu elinden bırak dedim sana” diye tekrarlıyor annem.

“Ama neden?” Sinirli ve solgun annem, derin bir nefes alarak eğilip kulağıma fısıldıyor; “Aptal, bu gün ‘Yom Kipur’, yemek yemek günahtır.”

Elimi sallayarak bu hayali gözümün önünden uzaklaştırıyorum. Başka bir Kipur günü gözlerimin önünde silik bir biçimde canlanıyor. Annemin bakışları benim üzerimde. Babam iki elini başımın üzerine koymuş, kutsama duası ediyor. Herkesin üzerinde beyaz giysiler var. Hep birlikte bir sinagogun içindeyiz. Nedir ki bütün bunlar çok uzakta, silik anılar içinde…

Şimdi Max hakkında düşünmek istiyorum. Nedense geri dönmediği için hep derin ve boş bir üzüntüye kapılıyorum. Ona hâlâ kızgınım. Bana verdiği sözü yerine getirmediği için…

Not: Bu hikâye Chana Heilbrun tarafından anlatılmıştır. ‘Die Yiddishe Heim Journal’ dergisinde yayınlanmıştır.

Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page