İki hafta önce burada yayımlanan “Gölgenizi evde unutmayın!” başlıklı yazımı okumuş olan İstanbullu bir dostum, bir telefon görüşmemizde “Ya, sen ne türden yazılar yazıyorsun, Allah aşkına?” diye sormuştu – “bazen politik takılıyorsun, bazen Yahudilik ile ilgili konulara, arada bir ise alâkasız bir şeyler karalıyorsun!”
Doğru söylüyordu dostum – ancak sitem etmeye veya şaşırmaya hakkı yoktu, zira benim bu köşemde belirli bir konu hakkında, spesifik bir türde yazı yazmam diye ne bir anlaşmam, ne de niyetim var(dı).O hafta neyi ilginç buluyorsam, okurlarımı sıkmamak kaydıyla, ona takılmayı yeğliyorum ve bu özgürlüğümü de doya doya yaşıyorum aslında... (Hele, vaktiyle Şalom gazetesinin o zamanki dış haberler sorumlusunun bana önerdiği “okurların beklentisinde yazmamız gerek” gibi tutarsız bir dürtüm de yok(tu)).
Sizleri bilmem, ancak benim en çok hoşuma giden yazı türü, “feuilleton”dur... Aslında bu biçem, böyle bilinmesinden çok öncelerinde de var olup, basında yayımlanan kültürel konularda kısa denemeler, hiciv yazıları, yorum ve eleştirileri içerir(di) – adını ise, 28 Ocak 1800 tarihli Journal des Débats dergisinde Julien Louis de Geoffrey’in edebiyat ve tiyatro eleştirilerini yayımladığı ayrı bir bölümden almıştır... Gittikçe beğenilmeye başlanan böylesine “hafif” yazılar, siyasi ve toplumsal konuların ağırlık taşıdığı günlük basında ise 19.yüzyılın ilerleyen yıllarında ayrı ve sabit bir tek sayfa (“feuille”) edinip, böylece Fransızca “yaprak” (“feuille”) sözcüğünden de türetilmiş “feuilleton” bölümü, Theodor Herzl’in de yazarı olduğu Viyana’nın Neue Freie Presse gazetesinden (bugünkü adıyla Die Presse) başlamak üzere Alman ve ardından tüm Avrupa basınına yayılır. ABD’ndeki en başarılı “feuilleton” örneğini 1925 yılında öncelikle bir mizah dergisi olarak yayımlanmaya başlanan, bugün ise çok çeşitli konuları kapsayan haftalık The New Yorker dergisinin “Talk of the Town” bölümünde görebiliriz ki, burada bu büyük metropolün nice kültürel olaylarının değişik açıdan değerlendirmeleri en yetkin biçimde yer alıyor... Türkiye gazetelerinde ise bu üstün nitelikli yazı türüne ne yazık ki rastlanmıyor – ancak özellikle Alman basınından etkilenmiş olan başta Haaretz’de olmak üzere, İsrail’in nitelikli basınında da “feulleton”a önem verilmektedir.
“Feuilleton” yazı türü, Almanca’daki tanımıyla “Kleinkunst” = “küçük sanat”ın bir ürünü olsa gerek; aynen tiyatro sanatı’nın bir dalı olan kabare gibi – ki o da, Haldun Taner’in seçilmiş bazı ender örnekleri dışında, Türkiye’de yok gibidir (ama yine İsrail’de rastlanır). Müzik dünyasında ise böylesine bir “küçük sanat” yapıtı, örneğin Camille Saint-Saens’in döneminin ünlü İspanyol keman virtüözü Pablo de Sarasate için 1863 yılında bestelemiş olduğu “Introduction et Rondo Capriccioso”sudur – on dakika bile sürmezken batı sanat müziğinin önde gelen, melodik olduğu kadar keman çalma tekniğini de içeren son derece popüler bir solist + senfonik orkestra yapıtı... (youtube’dan bulup dinleyin – bana hak vereceksiniz!)
Müzik demişken, babamın (şu anda bulunduğu yerde nice “feuille”ler arasında rahat etsin..!) yıllardır büyük zevk alarak okuduğu “Le Figaro”nun o pek sevdiği feuilleton sayfalarındaki müzik bölümünde gözüne çarpmış olup bizlere aktardığı, adını bugün anımsamadığım bir müzik eleştirmeninin Beethoven’in bir senfonisi için kullandığı “elle ne finit pas de finir...” (= “bitmesi bitmiyor...”) tümcesi, hiçbir zaman aklımdan çıkmamıştır. Bu son satırları kaleme alırken, araştırmacılık açısından babama ne kadar çok şey borçlu olduğumu belirtip, onu burada bir kez daha anmak istiyorum – sohbetler sırasında ortaya çıkan en ufak belirsizlik karşısında hemen raflara yönelip Petit Larousse veya Volksbrockhaus’u eline alırken, “petit Robert” de (aranızdaki francophone’lar bu espriyi hemen anlamışlardır!) ona hayranlıkla bakardı hep...