top of page

Neyi Seçiyorsak Onu Yaşıyoruz


Geçen yazımda, bu köşenin var olanı görebilme yetimizi geliştirmeye dönük hikayeler, anekdotlar, ve fikirlerle dolu olacağını yazmıştım. Biraz “Pozitif Farkındalık” (İngilizcesi Mind the Positive)’dan bahsetmek istiyorum. Bunu bir düşünce hareketi veya yaşam felsefesi olarak görün. Arkasında her hangi bir filozofun olduğu bir olgu değil de, Psikoloji, Pozitif Psikoloji, Mindfulness, Duygusal Zeka, Nöroloji, Kuantum Fizik gibi bilimsel dallara dayanan bir yaşam felsefesi diye görün...

Pozitif farkındalık (mind the positive) deyince aklınızda ne uyanıyor merak ediyorum... Doğrusu, sözcüklerin bir araya getirdiği anlam kendilerinden daha derin... Özünde, pozitife bak; olumlu senaryolara yüzünü dön; zihnin var olan (iyiyi) tara ve bul; karanlığın yanında aydınlık gözleri kamaştırsa da, ışığa bir defa çıktıktan sonra, her yer hep aydınlık... İşte, pozitif farkındalığın özü aşağı yukarı bu!

Bunların hepsi çok soyut... Farkındayım. Analitik düşünce sistemiyle kurgulu zihinlere bu laflar çok fazla havada veya ütopik geliyordur. Hak veriyorum. Babamla, 83 yaşında, bu mevzuları her konuştuğumuzda, ikimiz de başka dünyaların insanıymışız gibi hissediyoruz J. Ama, 50 senelik babamla, ve bu yer kürede yaşayan her bir bireyle aynı dünyanın insanı olduğumuzu kaygılarımız, sevinçlerimiz, korkularımız, başarılarımız, yenilgilerimiz, yeterli veya yetersiz hissettiğimiz zamanlarda, ortak duygularımızda buluştuğumuzda anlıyoruz... Şu sıra da, milyarlarca insanı birleştiren bir olguyla karşı karşıyayız... Koronavirüsü ve bizde yarattığı korku!

Covid-19 hayatımıza gireli beri, hepimizin yaşam biçimi, alışkanlıklar, rutin, veya ihtiyaçlar bambaşka oldu. Eskiden günde ortalama 3-5 kez, o da çoğunlukla yemek öncesi el yıkarken, şu anda, en az 10-15 kez yıkıyoruz... Dışarıdan getirdiğimiz veya ısmarladığımız yiyecek malzemelerini bin bir temizleme ve dezenfekte etme süreçlerinden geçiriyoruz; bazıları balkonda bir gün bekletip de içeri alıyor. Bunların hepsini tek bir motivasyonla yapıyoruz... Kendimizi virüsten korumak, güvende tutmak... Daha da ötesinde, bir huzurla “işte tamam, buraya kadar; korona bu eve girmez artık!” diyebilmek için...

Şimdi asıl soru şurada başlıyor... Aldığım önlemler ne kadar yeterli? Ne ölçüde ve hangi kimyasallarla dezenfekte etmek bu işi “tamamdır!” noktasına getirecek? Ne zaman ve nasıl “yeter” olacak? Kim için, benim için mi, yoksa Korona için mi? Bu sorulara cevap vermek yerine, başka vurucu bir düşünceyi ortaya koymak istiyorum: Algımızda kendimizi Korona’dan korumaya ne kadar yeterli görüyoruz? Çünkü, kendimizi yeterli görmediğimiz sürece, yaptıklarımız ve aldığımız önlemler hiç bir zaman yeterli gelmeyecek, ve biz hali hazırda günde 10 kez elimizi yıkarken, yurtta yükselen vaka sayılarını gördükçe belki günde 15-20 defaya çıkaracağız; aldığımız önlemleri daha da sıkılaştıracağız... Dipsiz bir kuyunun içine doğru tüpsüz dalıştan farksız!

Hayatta yaptığımız her şey, olayları nasıl algıladığımızla ve hangi duygu ve düşünce sistemleriyle ele aldığımızla ilgilidir; bu doğrultuda yaşantımız takındığımız tutum ve davranışlarımızla başlar, devam eder. Korona, gözümüzle baktığımızda görünürde olmayan, ama hislerimizle burun buruna olduğumuz bir şey... virüs diyesim var, diyemiyorum; bakteri diyesim var diyemiyorum... Onun adı içimizdeki korku! Yaşamımıza giren, evimize dadanan, bizi terörize eden bir şey. İşte o korku duygusu bize yaptıklarımızı, yapış biçimiyle yaptırıyor... Ama nereye kadar... dibi ne?

Öncelikle, korku duymak kadar doğal ve insanca bir şey yok. Her canlı korku duygusunu tanır, bilir ve onunla yaşar. Korku duygusu kendini korumaya almak için kişinin içinden gelen bir sinyaldir. Bir hayal edin, uçurum kenarında ayakuçlarınızla durduğunuzu... İlk tepkiniz, aşağı düşmemek için bir adım geri atmak olmaz mı? Hangi duygu var orada... Korku! Peki ya küçük bir çocuğun minnacık eliyle dans eden mum alevine değmek istemesini düşünün... Hangi duygu var orada... Merak var! Aleve dokunduktan ve yandıktan sonra yeni bir korku hayatında doğmuş ve alevle ilgili merak da ölmüş olur; ne zaman alev görse, uzak durur...

Sonuçta, belli ölçüde korku bizi korumak için var... Kötü deneyimler ve negatif olaylardan esinlenerek, başımıza gelmemesi için koruyucu bir sinyaldir... fakat, fazlası zarar! Korku negatiften beslenir... ve hep koruma güdüsünden, yeni korkular doğurmaya devam eder. Senaryoların en kötülerini gerçekmiş gibi zihnimizde canlandırtır; olmamış bir senaryoyu olmuş gibi bize yaşatır... Bu duyguyu tanımalı, onunla arkadaş olmalı, ama evimize, yatağımıza, özelimize, en yakınımıza almamalıyız... Yani, bir yerde ona dur demeliyiz.

Nasıl?... Gelin bu durumu başka bir tarafından ele alalım... Negatif yerine pozitif taraftan bakarsak...Yokluk kıtlık kulvarından değil de, varlık ve bolluk yolundan bakarsak işimiz kolaylaşır! Korkularımıza rağmen değil de, korkularımızla beraber.... onlarla daha güvende olacağımızı bilerek... korkularımızı hiçe saymadan, varlığıyla farkında olarak, barışık ve bütün olarak, “ben alabileceğim tüm önlemleri alıyorum, yapabileceğimin en fazlasını yapıyorum, elimden fazlası gelseydi yapardım...” diyerek.... bu yolla, Korona tehdidine karşı kendimizi güvende ve kendimize güven duyarız... O öz-güven duygusu, kendi içimizde yaratabileceğimiz en büyük en güçlü antikordur!

Halbuki, çoğunlukla ne yapıyoruz.... Önlemlerimizin yeterli olmadığı düşünce sarmalı içinde boğuşuyor; “ne yaparsam yapayım Korona’dan acaba yeterli ölçüde kendimi koruyor muyum...” şüphesiyle içimizi kemiriyor; haberlerde, son gelişmelerde kötü senaryoları takip edip korkumuzu negatifle besliyor; kendimizi yetersizlik, kıtlık ve yokluk cephesine itip, bilmediğimiz ve görmediğimiz bir şeye karşı mücadele veriyoruz. Neden içimizde bir zehri yaşatmak ve beslemek yerine, yetimiz varken öz-kaynaklarımızda bulunan antikorları üretmeyelim? Neden yaşam mücadelelerimize, kıtlık ve yokluk cephesinden değil de, bolluk ve varlık cephesinden bakmayalım? Bunu seçmek, bilinçli bir şekilde tercih etmek bizim elimizde!

Sonuçta, söylemeye çalıştığım şu ki, Korona veya bizi zora sokan benzer durum karşısında tek değil, iki seçeneğimiz var; işler iyi de gidebilir, ters de gidebilir. Önemli olan bizim duruşumuz, nasıl baktığımız, nasıl davrandığımız. Karanlık senaryoyu düşünüp, olabilecek en kötüyü gözümüzün önünden geçirip canlandırmak, önlem ve hazırlık yapmak bir yana, tümüyle negatife kilitlenmek ve sadece olumsuz senaryoların başımıza geleceğini düşünmek, kendimize yapacağımız en büyük zarar. Bu arada, tümüyle pozitife kilitlenip, hiç bir şey yokmuş gibi “her şey yoluna girecek, her şey çok güzel olacak....” ile kendimizi kandırmak, akılsızca iyimserlik takınmak da ciddi zarar.

Yaşam ustalığı, ikisinin arasında bir denge tutturmak… Var olanı olduğu gibi görebilmekte, kendi çabamızla üzerimize düşeni yapmakta, ve önce kendimize sonra da bizi çevreleyen kozmik enerjinin bilgeliğine güvenmekte yatar. O bilgeliğin özünde bir mükemmeliyet var, kusursuz düzen var, güzellik var, iyilik var, aydınlık var, bolluk var... Her birimizin bu bilgelikten bir nebze nasibimizi almış, o bilgelikle bu günlere kadar gelmiş olduğumuzu hatırlamalı, o bilgeliğin içinde var olana odaklanmalıyız.

İşte, pozitif farkındalık felsefesi bu!

Barcelona’dan Sevgiler.

Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page