1821-1891 yılları arasında Odessa şehrinde yaşamış doktor, hukukçu ve Hovevei Tsion adlı Siyonist hareketin lideri Leon Pinsker, yaşamakta olduğu şehirde 1871 yılında vuku bulan pogrom dolayısıyla derinden sarsılır. Yaşanmış olan yıkım ve ölümlerin etkisiyle artık Hümanizmin ve Aydınlanmanın (Emansipasyon) Yahudilere karşı üretilen nefretinin önüne geçemeyeceğine kani olur. Pinsker sonraki nesillere bıraktığı “Auto-Emancipiation” (Kendi kendini Aydınlatma”) adlı eserinde antisemitzmi (kendi terimi ile “Judeophobia”) nesilden nesle aktarılan tedavisi olmayan, kalıtsal bir hastalığa benzetir.
Günümüzde Pinsker’in yaşadığı dönemde de olduğu gibi antisemitizm hastalığı varlığını sürdürmektedir. Kuşkusuz bu marazın dünya üzerinden silinmemesinde bir dizi önemli sebep rol oynar. Bu etmenler çok eskilerde büyük ölçüde Hristiyanlık içinde temellenmiş teolojik öğretilere dayanmıştır. Ancak akıp giden zaman içinde Yahudilere karşı olan nefret kılık değiştirir ve bu nefret silsileleri kademeli bir biçimde önce Yahudilerin dinlerini değiştirmeyip asimile olmamalarına, ardından, Darwinist üstün ırk teorilerine, daha sonra dünya ekonomik sisteminin yapısına ve en nihayetinde Yahudilerin yegane ulus devleti olarak egemenliğini sürdüren İsrail Devleti’nin günümüzde güttüğü siyasetlere varan geniş bir yelpazeye dayandırılmaktadır.
Yükselmekte olan küreselleşme, sosyal medyanın kullanımındaki artış ve dünyanın bir köşesinde vuku bulan herhangi bir olayın tüm dünyada bir çırpıda yankılanır hale geldiği günümüzde, antisemitizmin de kuşkusuz yaratmakta olduğu tahribat ölçeğini kat ve kat arttırmış olduğunu söylersek yanılmış olmayız.
Antisemitizm ile dünya çapında savaşan Karalama ile Mücadele Teşkilatı’nın (Anti-Defamation League) 2015 yılında dünyanın 100 değişik ülkesinde gerçekleştirmiş olduğu ankette Türkiye’de kaygı verici sonuçlara ulaşılmıştır. Buna göre Türk toplumunun %71’inin antisemitizmden etkilenip Yahudilere karşı olumsuz ön yargı ve fikirler edinmiş oldukları tespit edilmiştir.[1] Kuşkusuz bu önyargının oluşmasında salt Yahudilere ve Yahudi dinine birebir dokunan sebepler olabileceği gibi elbette ki İsrail-Türkiye arasında Filistin sorunu nedeniyle çıkan gerginliklerin de katkısı vardır.
Nitekim Türk toplumunun %86’sı İsrail karşıtı olduğunu PEW anketinde[2] açıkça belirtmiştir. Buna karşın Yahudi tarihinin en büyük antisemit kıyımlarının İsrail Devleti’nin kuruluşundan önce yaşandığını hatırlarsak, İsrail’in varlığının ve güttüğü siyasetin antisemitizm için sadece ek bir mazaretten ibaret olduğunu da teslim etmek gerekecektir.
Yukarıda bahsi geçen istatistikler, Türkiye’de antisemitizmin günlük hayat sırasında çokça karşımıza çıkabileceğini bize anlatır nitelikte. Avlaremoz tarafından yayınlanan “2018 yılının en antisemit Vakası” anketi[3]bunu tüm çıplaklığı ile gözler önüne seriyor.
Ankette birinci sırada gelen vaka ise malesef öyle yenilir yutulur cinsten değildi. Katılımcıların toplam %35.4’ünün oyuyla birinci sırada yer alan lise panosunda Yahudilerin sözünde durmayan arkadan vuran korkaklar olarak betimlenmesi gerek Türkiye’de gerekse de Türkiye dışında ikamet eden bu ülkeye gönül vermiş, nefret söylemine karşı farkındalık sahibi her kesimi derinden sarsmıştı.[4] Söz konusu okul panolarının Milli Eğitim Bakanlığı eliyle asılmaması, okul yönetimleri ve sınıf öğretmenlerinin kendi inisiyatifleri ile yaptıkları “gizli müfredat” faaliyetlerine örnek teşkil etse de yaşanılan infialin yarattığı hayal kırıklığını elbette azaltmıyor.
Gizli müfredat faaliyetlerinin önemine bu nahoş olay ile kısa da olsa değindik. Ancak bir de madalyonun daha önemli olan kısmı var. Ünlü siyaset bilimci Louis Althusser’ın “ideolojik devlet aygıtları” arasında tanımladığı okullar aracılığı ile devlet, törenler ve ders kitapları vasıtasıyla kendi “makbul vatandaşını” yaratmayı amaçlar.
Kuşkusuz her bir ders kitabı devletin kendi tarihini kendi vatandaşına yine kendi perspektifinden anlattığı otobiografilerdir. Devlet bu şekilde yaratmayı tasarladığı vatandaşına, edinmesini istediği bilgileri aşılar ve onun belli düşünce kodları ve değerleri ile düşünmesini sağlamaya gayret eder. Yapılan bu fiil yani endoktrinasyon devletin varlığını sürdürebilmesi ve kendini gelecek nesillerin gözünde meşru kılabilmesi için elzemdir. Zira Haim Ginott’un dediği gibi “çocuklar ıslak birer çimento gibidir üzerlerine ne düşerse iz bırakır”.
Bu noktadan hareketle Türkiye’de yükselmekte olan antisemitizmi ve İsrail karşıtlığının artmasında Türk ders kitaplarının ne denli rolü olup olmadığı sorusuna cevap vermek için akademik bir makale yazıp incelemelerde bulundum. Journal of Middle East and Africa’da yayınlanan araşıtrmamdaki bulgularımın bir kısmını sizinle paylaşmak istiyorum:
Ders Kitaplarının Kapsamlarının Genişletilmesi
2008 yılında Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi ile 2009 yılında müfredata dahil edilen Uluslararası İlişkiler derslerinin yürürlüğe girip okullarda okutulmadan önceki 1980 sonrası başlayan dönemde ders kitaplarındaki tarih eğitimi Atatürk’ün ölümü ile sona ermekteydi. Bu tarihi sınırlama çok doğal olarak günümüze birebir etki eden bir çok tarihi olayın öğrencilere okullarda aktarılmamasına sebep oluyordu. Söz konusu derslerin müfredata eklenmesi ile kaçınılmaz olarak 2. Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş gibi konuların yanı sıra Arap-İsrail Savaşları ve Filistin sorunu da ders kitaplarının konuları arasına girdi.
Yahudi ve Yahudilik
Buna karşın Yahudi ve Yahudilik Türk ders kitaplarında elbette 2008 öncesinde de işlenen bir konu idi. İlk tek tanrılı din olan Yahudilik ve bu dine iman eden Yahudi Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin çerçevesinde işlenmekteydi. İlginç bir biçimde Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olan Talim Terbiye Kurulu tarafından onaylanıp okullara dağıtılan bu ders kitaplarında bir tek tipliliğin olmadığı dikkati çekmektedir.
Örneğin Rami Ayas ve Günay Tümer tarafından yazılan 1986 yılı basımlı Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi kitabı Yahudilik’i objektif bir açıdan aktarırken Saim Kılavuz tarafından aynı yıl yazılan aynı konulu ders kitabı Yahudilik’i “muharref” yani özünden sapmış şekilde öğrencilere aktarmaktadır. Söz konusu karalayıcı tutuma AKP dönemi ders kitaplarında rastlanmaktadır.
Ramazan Altıntaş ile Vehbi Dereli’nin 2014 yılında kaleme aldıkları Temel Dini Bilgiler adlı ders kitabı buna bariz bir örnek teşkil etmektedir. Buna karşın yine aynı din dersi kitapları Yahudilik ile ilgili kimisi düzgün kimisi temelsiz bilgileri bir sonraki kuşağa aşılarken aynı zamanda Yahudi tarihine de değinip Yahudi halkının günümüz İsrail toprakları ve Kudüs ile olan bağını teslim ettiğini görüyoruz. Bunu yaparken Babilliler ve Romalıların yıktıkları Süleyman Mabedi her ne kadar kimi ders kitabında tarihle bağdaşmayacak şekilde “Mescid-i Aksa” olarak isimlendirilip öğrencilere yanlış bilgi verilse de yine de genel anlamda Türk ders kitapları Kudüs’te bulunan Ağlama Duvarı’nın Süleyman Mabedi’nin bir parçası olduğunu kabul etmektedir.
Egemen Yahudi ve Zımmi Yahudi’nin Ders Kitaplarındaki Anlatımı
Ders kitaplarında göze çarpan bir diğer ilginç nokta ise kitapların anlatım tonlarının Yahudilerin tarih sahnesindeki rollerine göre değişmesidir. Örneğin İslamiyet’in yayılması sırasında Arabistan’da var olan Yahudi kabileler, Müslümanların iyi niyetlerini suistimal eden, Mekkeli putperest orduları ile işbirliğine girip İslam ordusunu arkadan vuran gruplar olarak öğrencilere tanıtılmaktadır. Söz konusu Yahudi karşıtı tarih anlatımı Hayber şehrinin 628 yılında ele geçirilmesi ile sona erer.
Hayber’in fethi ile birlikte Yahudi tarih boyunca İsrail Devleti’nin kuruluşuna dek bir daha egemen siyasi bir kuvvet olamadığı için ders kitaplarında Yahudi anlatımının büyük ölçüde yumuşama göstermiş olduğunu görüyoruz. Hayber sonrası dönemde Yahudi İslamiyet’in egemenliğini kabul eden, cizye ödeyen ve İslam’ın kanatları altına girmiş, Medine Anayasası uyarınca zımmi statüsüne kavuşmuş, ipotek altına girmiş bir unsur olarak tasvir edilmektedir. Aynı çerçevede Hristiyan dünyada Yahudilerin yaşadığı kıyımlar anlatılırken yine İslam dünyasında yaşayan Yahudilerin rahat yaşamı gerek dört halife zamanı İslam Devleti, gerek Endülüs Emevi Devleti gerekse de Osmanlılara referans verilerek vurgulanmıştır.
Ancak bu yumuşak ve merhametli tarih anlatımı bu kez Yahudi milliyetçiliği Siyonizm’in çerçevesinde İsrail topraklarında bağımsız bir Yahudi devleti kurma arzusuyla çalışan Theodore Herzl liderliğindeki hareketin faaliyetlerinin öğrencilere anlatılmasına sıra geldiğinde son bulur. Burada Sultan II. Abdülhamit ile Herzl arasında vuku bulduğu anlaşılan dolaylı dialogun öğrencilere aktarılması ile korunmaya muhtaç Yahudi imajı yok olur. Yahudilerin niçin diğer her ulus gibi bir vatana ihtiyaç duydukları, niçin bu hareketi kurmaya ihtiyaç duydukları öğrencilere anlatılmazken Yahudi Soykırımı ise kitapta bir alt başlık dahi oluşturmaz. Dahası 2. Dünya Savaşı’nda ölen 7 milyon Alman’ın istatistiği verilerek, sadece Yahudi oldukları için öldürülen 6 milyon kişinin anısı iyice sıradanlaştırılır.
Bununla da yetinilmez. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan İsrail Devleti ve bu ülkeye göç Yahudiler ata topraklarına değil de hedef belirledikleri sömürgeyi işgale soyunan yabancı birer istilacı gibi tasvir edilir. Kuşkusuz çağdaş tarih kitaplarının bu anlatımı din ders kitaplarının tarih anlatımı ile bir ikilem oluşturur. Ancak bu yine de kimsenin umurunda olmaz. Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi ve Uluslararası İlişkiler ders kitapları İsrail Devleti’nin meşruiyetini sorgulatmayı adeta bir görev edinmiştir.
Örneğin bir ülkenin başka bir ülkeyi tanımaması veya boykot etmesi kavramları yine İsrail örneği üzerinden verilerek öğrencilere anlatılır. Ders kitapları bununla da yetinmez ve Ortadoğu’da barışa ulaşılamamasının yegane sorumlusu olarak yine İsrail’i itham eder. Filistinlilerin İsrail’e karşı gerçekleştirdikleri bombalı intihar eylemleri, roket saldırıları görmezden gelinir, Filistin Özerk Yönetimi’nin İsrail’i bir Yahudi devleti olarak tanımamasından ötürü oluşan barış sürecindeki engeller öğrencilerle paylaşılmaz.
Bir ülkenin meşruiyetini öğrencinin gözünde bu denli sıfıra indirgedikten sonra kuşkusuz aynı okuyucu kitlesine niçin böyle bir ülke ile ilişki kurduğunuzu da anlatmanız gerekir. Bu noktada ders kitapları Yahudi halkının kendi kaderini tayin etme ilkesini tanımasından elbette ki bahsetmemektedir. Onun yerine Türkiye’nin Soğuk Savaş döneminde Batı kampındaki yerini sağlamlaştırmak için bu adımı attığı belirtilirken 1990’lı yıllardaki yakınlaşmanın üzerinden hafifçe geçilir ama ana etmenlerine değinilmez…
Ders kitaplarında dikkati çeken bir başka unsur da kuşkusuz iki ülke arasındaki ilişkilerin güncel durumu. Mavi Marmara, İsrail’in Kuzey Irak’taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne verdiği destek gibi konulara yer verilirken 2016 yılında iki ülke arasında gerçekleştirilen ilişkilerin normalleştirilmesinin kapsam dışı bırakılması oldukça düşündürücü ve üzüntü vericidir.
Yazının giriş bölümünde Türkiye’de bugün antisemitizmin ve İsrail karşıtlığının ne gibi seviyelere ulaştığını çeşitli anketlere dayanarak göstermeye çalışmıştım. Yüksek çıkan bu istatistiğe sebep olan kişilerin okul yıllarında okudukları ders kitaplarında Yahudilik’e veya İsrail’e dair bu denli önyargılı ve negatif içeriklere maruz kalmadıklarını da göz önüne alırsak Türkiye’de yeni yetişen neslin henüz “çekirdekten” İsrail’e ve Yahudilik’e karşı “dolu” olarak büyüyecekleri malesef su götürmez bir gerçek gibi önümüzde beliriyor gibi gözüküyor…
Not: Araşırmanın tamamını ve yararlanılan kaynakçayı görüntülemek için lütfen linki tıklayın:
Dr. Hay Eytan Cohen Yanarocak, Tel Aviv Üniversitesi Moşe Dayan Ortadoğu ve Afrika Araştırmaları Merkezi’nde ve Kudüs Güvenlik ve Strateji Enstitüsü’nde araştırmacı olarak çalışmaktadır. Dr. Cohen Yanarocak, bir Tel Aviv Üniversitesi yayını olan “Turkeyscope’un” editörlük görevini de yürütmektedir..