
Londra’da yayınlanan The Economist’i ilk keşfettiğimde 20’li yaşlarımın ortalarındaydım ve ABD’li Time Dergisi’nden fikren terfi ettiğimi düşünüyordum. Gerçekten İngilizcesinin kıvraklığı, grafik kullanımı ve bağırmayan mizah anlayışı ile birlikte ulusların ortak çıkarlarını ön planda tutan dergi 150,000 tiraja sahipti fakat etkisi çok daha yaygındı. Bugün 1,500,000 izleyicisi var; Batı değerleri ve serbest pazar anlayışının en önde gelen savunucuları arasında.
Sayfaları arasında kendimi kaybetmeye başlardım. Demokrasi, kişisel özgürlük ve insan haklarının muhakkak bunları uygulamayan uluslara bir gün kabul ettirileceğini ümit ediyordum. Onların halklarının da esasında bunları arzuladıklarını fakat The Economist’ten mahrum oldukları için veya İngilizce okumadıkları için kendi mutluluklarını despotlara emanet ettiklerini zannederdim.
‘Küresel liberal’ inancın sadık üyeleri arasındaydım ve 2nci Dünya Savaşı’nın milliyetçilik anlayışının yol açtığı katliam ve Soykırımın panzehiri olarak uluslararası işbirliğini görüyordum. Mazlumlara acıma ve yardım hislerim üst düzeylerdeydi.
O yüzden 5 yıldan bu yana yükselen Brexit, Trump, Salvini (İtalya) ve Sarı Yelekler (Fransa) akımlarını kavramakta geciktim. Avrupa Birliği’nin ‘imparatorluk’ felsefesini ve doğruyu göremeyen uluslarara ‘ders’ vermesini anlayışla karşılamıştım. Savaş sonrasında oluşturulan Washington konsensüsü ve beraberinde gelen Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, IMF gibi kuruluşların mantık, doğru hesaplama ve genellikle iyilik peşinde koştuklarını peşinen onaylıyordum.
‘Karşı devrim’ olarak nitelenebilecek son gelişmelerin uzun boylu olmayacağını ve bu uluslarüstü kurumların insanlık için doğru işler yaptıklarına dair naif düşüncem halen geçerli.
Milliyetçilik yükselişini önceden görmeyerek nerede hata ettim? Kendim bile bazı milletleri diğerlerinden daha eğitimli, bilgili ve kültürlerine bağlı olarak gözlemlememe rağmen bu farklılıkların zamanla ortadan kalkacağını ve ortak anlayışta buluşacaklarını tahmin ediyordum.
Yanılmışım. Aile terbiyesi ve ulus-devlete olan bağlılığın küresel değerlerden daha güçlü olabileceğini hissetmiş olmalıydım. Ben 4 -5 ülkede rahatlıkla yaşayabilirsem ve o kültürleri kendiminkine ek zenginlik gibi addedebilirsem, neden herkes de öyle benimsemesin ki?
Son okumakta olduğum bir kitap bunun öyle kolay olmadığını çok net anlatıyor: Yoram Hazony’nin ‘’The Virtue of Nationalism’’ (Milliyetçiliğin Erdemi): Tarihten gelen öğreti, dini kural alışkanlıkları, başka dil ve kültürleri tanımaya ve diğer uluslarla kaynaşmaya hep set çekiyor.
Türkiye ve İsrail, hatta İngiltere ve ABD, milli hislerin son yıllarda çok kabardığı ülkeler… Fakat 10 – 20 yıl sonrasına bakalım: Erdoğan’ın ‘’Milli ve Yerli Atılım’’ı veya Netanyahu’nun Batı Şeria yerleşimlerine ortalama İsrail’lilerden % 50 fazla hizmet götürmesi, vatandaşlarının çoğunluğunun beklentilerini karşılayacak mı?
Türkiye için şüphedeyim ve 10.000 $’da çakılan kişi başı milli gelir gelecek için umut vermiyor. Bu düzey ilerde düşebilir de…
İngiltere için de kötümserim ve Birleşik Kırallık’ın (Galler, İskoçya ve Kuzey İrlanda) sarsılacağını düşünüyorum. ABD’de ise Trump sonrasında güçlü anti-Trumpism akımları çıkacaktır.
İsrail’in başarısı ise eğitim seviyesine, Arapları ve Haredileri kazanmaya ve zenginliklerine katılmalarına bağlı olacaktır.
Uluslararası kurumların zayıflamasının Yahudi milliyetçilere yarar getirdiği kesin. Fakat bu dönemi kendi içlerindeki farklılıkları azaltmak için değerlendirecekler mi?