ARALIK AYI ÇEŞİTLEMELERİ
top of page

ARALIK AYI ÇEŞİTLEMELERİ


Merhaba sevgili okurlarım. İsrael’de kış mevsimi artık enikonu bastırmaya başladı. Özellikle geceleri hava artık oldukça soğuk oluyor. Yorganlarımızı on beş gün önce dolaptan çıkardık. Yorganı çeneye kadar çekip uykuya dalmak gibisi var mı? Azıcık ürperip, üzerine yorgan veya yumuşacık yünlü bir battaniye çekip, rehavete dalmak kadar keyifli bir şey yok hakikaten. Valla ne derseniz deyin, o sarı sıcak ve gitgide uzayan yapışkan yaz günlerinden sonra, bu duygulara kavuşmak, her sene yeniden, hiç usanmadan şükür etmeme sebep oluyor. Elbette ki bu bir tercih meselesi. Herkesin seçkisi ve sevgisi farklıdır. Benimkisi serinlikten yana…

Kasım ayını da neredeyse deviriyoruz. Gelsin sevgili Aralık ayı, çocukluğumdan beri Aralık ayı yaklaşırken içimde kıpırtılar başlar. Ben bir Aralık çocuğuyum. Annem beni, bir Hanuka Bayramı haftasında, Pazar günü dünyaya getirmiş. Yani özellikle küçük bir kızken, aralık ayının coşkusu benim için apayrıydı. Hem Hanuka bayramı, hem doğum günüm, hem de yeni yıl artık kapıdaydı. Yaklaşmakta olan yılbaşı nedeniyle ışıl ışıl süslenen oyuncakçı dükkanlarının vitrinleri, kırtasiyecilerde satılan ışıltılı, yılbaşı ve Noel Baba temalı kartpostallar sevinçten içimi titretirdi.

7 yaşımdayken, postacı bizim eve, benim için gönderilmiş bir zarf bırakmıştı. Annem üzerinde benim adımı okuyunca, gülümseyerek zarfı bana uzatmıştı. Zarfı yırtarcasına açtım, içinden çıkan simli bir Noel Baba kartıydı. Noel babanın camdan gözleri hareket ediyordu. Kıpkırmızı kıyafeti ve sırtındaki oyuncak torbasıyla öyle sevimliydi ki ona bakmaya doyamıyordum. Sevgili ablacığım bana ömrümün ilk postasını göndermişti. Arkasında iyi yıl dilekleri vardı. Kart hala çocukluk albümümde yapışıktır. İlkler insanların ruhuna mühür basar.

Ailem beni birçok sıkıntının ardından bağrına basmıştı. Ablamdan sonra gelen 3 yaşındaki kızlarını, kısa bir hastalık sonucunda kaybettikten sonra, matem ocağına dönen evin havası ve kardeş hasretinden yataklara düşen ablacığımın, yeniden hayata dönmesi için, yıkım içindeki annem ve babam tekrar bir çocuk sahibi olmayı denemişler. Elim olaydan bir buçuk yıl sonra, karlı bir aralık günü ben doğmuşum. Annemler eve getirdiklerinde beni, doğrudan ablamın kollarına bırakmışlar. Ablam hayretler içinde çok küçük olduğumu söyleyince, annem ona benim çabucak büyüyüp onun en yakın arkadaşı olacağımı söylemiş. Çok da doğru söylemiş, ablam beni hep korudu ve sevdi, sıkı arkadaş olduk. Ben de onun ömür boyu sadık bendesi oldum. Onsuz bir yaşamı düşünmek bile istemiyorum.

Aslında söz dinleyen ve sevgi dolu bir çocuktum ama istediğim olmayınca kıyameti feci koparırmışım. Buna şımarıklık mı demek lazım? Yorum yokJ. Sonsuz oyuncağım vardı. Mesela 23 tane boy boy bebeğim vardı. Ama favorilerim aynı boyda iki plastik bebek, Elizabet ve Margaret’di. Bunlara kullanılmayan eşarplardan ve artık kumaşlardan elbiseler ve tuvaletler tasarlardım ve teyzeme diktirirdim. Şapkalarını da o yapardı tabii ki. Bir tane de kocaman taş bebeğim vardı. O devirde bütün küçük kızların rüyası kocaman bir taş bebeğe sahip olmaktı. Bir akşam, babam eve sarı saçlı, mavi gözlü, beyaz dantel elbiseli bir bebek getirdi. Benim hayranlıktan nutkum tutulmuştu. Annem elbisenin rengine itiraz etti, çünkü beyazdı ve hemen kirlenirdi. Bütün gözyaşlarıma rağmen bebek kutuya geri kondu. Ertesi akşamı iple çektim. Babam köşeden elinde kutuyla çıkageldiği zaman evde heyecan doruktaydı. Kutu açıldı. Menekşe renkli gözleri olan, beyaz bukleli saçlı, pembe-mor renkli elbiseli bir lady çıktı ortaya. Aslında güzeldi ama “ ben ihtiyar bebek istemem” deyip hıçkırıklarla ağlamaya başlayınca babam kutuyu kapattı ve anneme kızgın bir bakış fırlattı. Artık heyecanımı da kaybetmiştim. Üçüncü akşam babamın gelişini pencerede beklemedim. Eve geldi, kutu açıldı ve yeni bebek ortaya çıktı. Bu seferki bebek, siyah bukleli saçlara, açılıp kapanan uzun siyah kirpikli yemyeşil gözlere ve güzel yeşil bir elbiseye sahipti. Adını “Sindirella” koyduk ama bu isim aslında ilk bebeğe yakışıyordu. Babamı üzmemek için boynumu büktüm ve bebeği kollarıma aldım. Ama ne yalan söyleyeyim ona hiç ısınamadım, bir kenarda biblo gibi oturdu kaldı. Aslında o zamandan itibaren kararlı bir tipmişim demek ki. Ama babama kıyamamıştım. Oyuncaklar, güzel kitaplar ve renkli türlü çeşit boya takımları, babamın bana durmaksızın yağdırdığı mutluluklardı. O benim canımın içiydi.

Doğum günlerimi aralık ayında, Baylan Pastanesi’nde yaptırılan kocaman ve renkli şekerden yapılmış güllerle süslü, çikolatalı pasta eşliğinde kutlardım. Sofrayı aile efradı, teyzeler, halalar ve yakın aile dostları ile benim sevgili arkadaşlarım doldururlardı. Hediyeleri genellikle bluz, pijama ve kitap gibi harika şeyler oluştururdu. Bir keresinde Kadıköylü bir anne, bana çeyizlik, sarı naylon bir gecelik hediye getirmişti. Galiba 8 yaşındaydım. O zaman kız çocuklarının çeyizleri o yaştan itibaren hazırlanmaya başlanırdı çünkü “La ija en faşa, aşuğar en kaşa” ( Kız kundakta, çeyiz sandıkta) fikri vardı. Annem çok gülmüştü. Ben geceliği almış, “ giyinmecilik oyunu” için kutuma koymuştum. Kullanılmayan eski, pembe saten sabahlık, naylon gecelik, teyzemin eski püsküllü ipek kırmızı torba çantası, annemin siyah kadifeden file tüllü şapkası, saks mavisi organtin eldivenleri ve eski kolyeleri, diğer teyzemin kırmızı taşlardan yapılmış klipsli küpeleri, benim hazinelerimdi. Bütün bunları giyer, takıp takıştırır, dudaklarıma annemin kırmızı rujunu sürerdim. Bana 5 numara büyük, topuklu ayakkabılarını giyip takır takır ayak sesleri ile evde kokoş kokoş dolanırdım. O ayakkabılarla Donald Duck’ın, Daisy adlı ördek sevgilisine benzerdim. Bu kıyafetlerle büyük aynanın karşısında şarkılar söylerdim.

Hanuka Bayramları da Aralık ayının neşesine neşe katardı. Çok net değilse de bizim evde yakılan, koyu renkli tenekeden imal edilmiş bir Hanukiyayı hatırlıyorum. Herhalde 3-4 yaşlarındaydım. Her sabah, anneannem divanına oturur ve Hanukiya için pamuktan fitiller hazırlardı. Sonra teneke Hanukiyanın haznelerine zeytinyağı doldurur ve pamuk fitilleri yağın içine yerleştirirdi. Akşam babam işten eve döndüğünde kipasını başına takar ve “Anerot Alalu” duasını okurken, bütün ev aile halkı, birer fitili tutuştururlardı. Sonraki yıllarda İsrael’den gelen modern Hanukiyada, renkli mumlar yakmaya başlamıştık. Bu sefer de ben mumları gündüzden yerleştirmeye başlamıştım. Artık anneannem yoktu… Her hazneye farklı renkte mumlar yerleştirir, akşam olmasını iple çekerdim. Eğer Cuma akşamı ise, annemle birlikte Şabat başlamadan önce hem Hanukiyayı, hem de iki tane büyük Şabat mumunu yakardık. Şabat mumları duasını ablam söylerdi. Hanuka duasının son cümlesini babam her akşam: ”Ad.Eloay le olam odeka, Vino Sarika se la komyo la boreka” ( Sarika geldi borekayı yedi) şeklinde söyler sonra da yanağımı sevgiyle sıkardı. Ben de duayı öyle sanırdım. Aklım erip de anlayınca çok eğlenmiş ve gülmüştüm.

Hanuka Bayramının ardından bu defa da yılbaşı heyecanı içimizi sarardı. O yıllarda ev yaşamında abartılara yer yoktu. Her sevinç ve kutlama mütevazı bir biçimde gerçekleşirdi. Yılbaşı geceleri, genellikle evde olunur, bazen birkaç aile dostu ve çocukları bize gelirlerdi. Kuruyemiş, meyve ve çikolata yenirdi. Limonata ve vişne suyu içilirdi. Babalarımız hafif bir içki alırlardı. Çocuklarla biraz tombala oynanırdı. Radyoda yılbaşı programları dinlenirdi. Pikapta 78 devirli kara taş plaklar döner, genç anne babalarımız dans ederlerdi. Paul Anka, Neil Sadaka, Dean Martin’in şarkıları çalardı. Ben 5 yaşımdayken Dean Martin hayranı olmuştum. Bu gün hala onun romantik, müstehzi ve seksi sesini herkese tek geçerim. Bazı beğeniler hiç değişmiyor. Saat 12’ye kadar zor dayanırdım. Sonra koltukta uyuya kalırdım. Ben o yıllarda en çok yılbaşı kartlarını severdim. Kar manzaralı, Noel Babalı resimleriyle içimi eritirlerdi. Bakmaya doyamazdım. Evde yılbaşı hediyeleri verilmezdi. Bu bir bayram değil, sadece yeni bir senenin hayırlı ve keyifli geçmesini dilemek içindi.

Seneler birbiri ardına geçti, önce okullarımızı bitirdik, sonra nişanlanıp evlendik. Ardından anne olduk. Herkes kendi evinde, her akşam Hanukiyalarını yaktı ve geleneği çocuklarına aşıladı. Şimdi çocuklarımız da İsrael’de, kendi evlerinde, eşleri ve çocuklarıyla birlikte Hanukiyalarını dualar eşliğinde yakıyorlar. Herkesin kendi Hanukiyası var. Torunlarım ayrıca her akşam kendi Hanukiyalarını da yakıyorlar. İsrael’de yaşarken bu bayramı gerçekten ruhuyla yaşarsınız. Parklarda, meydanlarda, otel lobilerinde, resmi kuruluşların önünde dev gibi Hanukiyalar ışıklandırılıyor. Pastane ve marketlerde envai çeşit süslemeli Sufganiyalar (Ponçikler) satılıyor. Görüntüleri ve kokuları o kadar çağırıcı ki yememek mümkün değil. Ağzınızın suyu akıyor. Bu renk festivali kasım ayının son haftası başlayıp, bir ay kadar devam ediyor. Çocuklar henüz yuva çağındayken Hanuka hikayesini öğrenip, şarkılarını söylüyorlar Evde herkesi coşkularına ortak ediyorlar. Cuma akşamı herkes evlerine rengarenk ve lezzette, kutular dolusu sufganiya getiriyor. Çocuklara hediyeler veriyor. Çok güzel ve anlamlı kutlamalar bunlar. Binlerce yıllık bir hikayenin ve geleneğin bu denli güzel kutlanması olağanüstü etkileyici ve gurur verici bir şey. Hakikaten biz Yahudiler çok özel bir ulusuz. Karanlıkları delen ışıkları, asırlardır aynı umut ve vefa duygusuyla geleceğe aktarıyoruz. Karanlıkları ve kötülükleri sevgili Tanrı’mızın yardımıyla her zaman kovabiliyoruz.

Hepinize, tatlı, neşeli ve aydınlık bir Hanuka Bayramı diliyorum. Sevgiyle kalın.

Hag Hanuka Sameah :)

Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page