Yaklaşık sekiz aydır İsrael’de yaşadığımız halde, doğal olarak Türk televizyon kanallarını izlemeye devam ediyoruz. Son 2-3 aydır, ben de Türkiye seçimlerinin rüzgarına kapıldım ve hazan yaprakları gibi, o kanal senin, bu kanal benim savruldum durdum. Her ne kadar ilgilenmiyor gibi görünsem de, o liberal ve sevimli adamın söylemleri beni de etkiledi. Hiç inanamasam da insanların kapıldığı “umut fakirin ekmeğidir” halleri bana çok iyi geldi. ”Çıkmamış canda umut vardır” sözü gibi, çoktandır nakavt olmuş bir bedene, kalp masajı yapmak çabaları beni sevindirdi. Bu çabalar “ Merkeziyetçilik” sisteminin, kalın duvarlarının arasında, aniden oluşan bir çatlaktan içeriye süzülüveren incecik ışık huzmesi gibi, etki yaratmıştı. Nedir ki her seçim gününün sonunda olduğu gibi, bu defa da “Enginde yavaş yavaş günün minesi soldu”.
Ne yapalım? Geçmiş ola… kendim için üzülüyorsam namerdim ama orada yaşayan “laik” kesim yüreğimi acıtıyor.
Geçtiğimiz haftalar yine bir dolu faaliyetle akıp geçti. Önce İYT’nin tertiplediği iyi sanatçı Jackie Arditti’ nin sergisi ve ardından Dr.Yanarocak’ın konferansı, peşinden İYT’de tertiplenen” İzmir Yahudi Cemaati’nin Dünü ve Bu günü “adlı sunumlarıyla İzmir’den konuk gelen Sarit Asal Bonfil ve Selim Bonfil çiftinin ortaklaşa sundukları konferansları, görsel olarak da çok ilgi uyandırdı.
Bu arada bir geziye katıldık. İsrael’in kuzeyinde yer alan, Kabala’nın merkezi olarak bilinen Tzaft (Safed) gezisinde her şey çok güzel ve organize idi ve hepimizin keyfi yerindeydi, hatta rehberimiz Ruti Bahar’ın bilgi aktarımları da çok başarılı idi. Buradan herkesi kutlamak istiyorum. Ama bu geziden bağımsız olarak, bambaşka bir konu beni çok huzursuz etti. Tzaft’ da gözüme çarpan dindar kesimin başıbozuk özensiz hayatları, Sinagogların içler acısı giriş kapıları, kapıların hemen girişinde duran çöp konteynırları, üst üste yığılan koliler, süpürge, kova gibi salkım saçak görüntüleri, oturma yeri olarak kullanılan sedirlerin üzerindeki solmuş, buruş kırış bir zamanlar lacivert olan eprimiş kumaş örtüler, o yerin kutsiyetine saygı duyulmadan yükselen avaz avaz sesler, beni çok rahatsız etti.20 sene önceki ziyaretimde şahit olduğum ve bana huşu veren, Yosef Caro ve Haari sinagogları ve onların adını taşıyan din bilginlerinin adına içim sızladı.
Daha sonra ziyaret ettiğimiz Zohar kitabının yazarı Rabbi Şimon Bar Yohay’ın yattığı yerde şok geçirdim. Huzur içinde yatması gereken bu kıymetli din bilgini de, bence epeyi huzursuz bir şekilde orada olup bitenleri, biraz da hayret ederek cennetteki mekanından izliyordur. Neden diyecekseniz, Rabbi’nin gömülü olduğu yer Fatih’deki Eyüp Sultan mahallesi gibiydi. Orada Rabbi’nin sandukasının önünde harıl harıl dua eden insanlar bana Eyüp Sultan’ın sandukasına yüz sürüp dua edenleri anımsattı. Tanrı şahidimdir, O’na olan inancım ve imanım sonsuzdur ama bu görüntüler beni çok itti. Türkiye’de şahit olduğum ve beni üzen insan manzaralarını, burada canlı canlı görünce sırtım ürperdi, yüreğim sıkıştı. Dinamik, güler yüzlü, zirve yapmış binlerce zekaya sahip, mutlu, ışıl ışıl İsrael’de, böylesine karanlık bir ortaçağ zihniyetinin hala hüküm sürmesi, hüzünlü ve sıkıntılı bir ok gibi yüreğime saplandı. Biz Yahudiler sadece bireysel olarak Adonay’ımıza ibadet ederiz, aracıya ve sandukalara ihtiyacımız yoktur. Peygamberimiz Moşe Rabenu’nun mezarı bile meçhuldür. Amaç daha sonra orada durup, mezarına yüz sürülmesini engellemektir.
Bir türlü, hangisine daha fazla sıkılsam diye karar veremedim. Doğup büyüdüğüm ülkeye mi, yoksa halen içinde yaşadığım ülkenin bu hallerine mi? Her ne ise buradaki iktidarın liberal olması yüreğime serinlik veriyor.
Aynı gezide daha sonra Peqi’in adlı bir Dürzü yerleşimini ziyaret ettik. Anadolu’nun mütevazı bir kasabası görünümüne sahip olan bu yerde halen iki Yahudi aile, orada yaşayageliyor. Yani M.S 70 yılında,2. Beit ha Mikdaş’ın yıkılmasından sonra, dönemin Roma idaresinin kararıyla dünyanın dört bir yanına sürgün edilen Yahudilere rağmen, İsrael sınırları içinde her nasılsa kalmayı başaran Yahudilerin ardılları olan bu iki aile, o dönemden kalan yıkıntıların restore edilmesiyle yapılan, ufak bir sinagogun sahipliğini bile paylaşmadıklarından, anahtarını bulmak ve içeriye girmek olası değil. Orayı dışarıdan görmekle iktifa ettik. Bazı taşlar numaralı. Bunun anlamı antik döneme ait kalıntı taşlar olduğunu göstermek. Bu iki aile bana göre antik dönemlerin adet ve uygulamalarıyla yaşıyorlar. Modern İsrael’den kesinlikle nasiplerini almıyorlar, böyle bir arzuları da yok. Söylendiğine göre, Ben Gurion kendi döneminde burayı ziyaret edip bu iki Yahudi ailesi ve yaşamlarına tanık olduğunda: ”Neredeyse o zamanlar Yahudilerin sürgün edildiğine sevinesim geliyor. Zira belki de, biz Yahudiler, asırlar boyunca bu şekilde yaşamaya devam edecektik” demiş. Yorum yok!
Yine ayni gün Tzvat ta gittiğimiz köhne minik bir binada, oturarak bir müzik dinletisini izledik. Müzisyenlerden birinin yaptığı küçük bir kabala tanıtımından sonra, kabak kemane, ud, darbuka ve madeni bir perküsyon aleti ile yaptıkları müzikleri dinledik. İbranice Şabat akşamları söylenen ”Şabat Melekleri” -Şalom Alehem- şarkısından sonra tanıdık melodilere geçtiler.”Üsküdara gider iken aldı da bir yağmur” bile çalındı. Aslında Faslı iki Yahudiden oluşmuş grup, mistisizmden ziyade memleket türküleri çalarak, içimizde sıla hasreti çekenleri etkiledi.
Hafta sonunda ise İsrael’de yaşayan beş emektar Şalomcu arkadaş ve eşleri bir araya gelip, masa başında çay eşliğinde eski Şalom cumartesi toplantılarımızı anımsatan koyu sohbetlere daldık. Eskileri andık, kah güldük kah hüzünlendik. Gençliğimizin eski günlerine selam çaktık.
Hey gidi günler hey. Sevgili Şalom seni hala ilk günün heyecanıyla seviyorum. 28 yılın ardından hala sana yazmaktan büyük bir keyif alıyor ve onurlanıyorum. Şalom bir tutkudur, bunu yaşamayan bilemez. Nice 70 yılların olsun sevgili Şalom Gazetesi.
Sevgili okurlarım, Tanrı’nın iyiliği ve haşmetli gölgesi hepimizin üzerinde olsun. Gelecek yazıya kadar neşeyle, sağlıkla ve umutla kalın.