top of page

Doğduğun Şehir mi Doyduğun Şehir mi?


İnsan doğduğu şehri, ırkını, ismini, annesini, babasını, ailesini seçemez. Tüm bunların hayatı üzerinde son derece önemli etkileri olsa da, insanın hayatını belirleyen sadece bunlar değil. Ve üstelik, insanın nerede doğduğu da bir tesadüften ibaret yalnızca. Tam da bu yüzden, İstanbul gibi harika bir şehirde doğmuş olmakla övünmek hiçbir zaman aklımın ucundan geçmemişti. Nerede yaşadığım sorulduğunda ise, göğsümü gere gere: “İstanbul’da!” diye cevap verirdim, ta ki bundan 10 sene öncesine dek.

Adına şiirler, kitaplar yazılmış, güzelliğine her dönem methiyeler dizilmiş olan İstanbul’a karşı duygularım elbette ki bir sabah yataktan uyandığımda değişmedi. İnsanın doğduğu, eğitimini tamamladığı, arkadaşlıklar kurduğu ve ömrü boyunca yaşadığı şehirle etkileşiminin farklı bir boyuta taşınması uzun zaman alan bir süreçtir. Tıpkı diğer ilişkilerde olduğu gibi…

Peki ne değişti bu son 10 yıl içinde, neden doğduğum şehirle ilişkimi “sevgili” düzeyinden, “sadece arkadaşız” düzeyine indirdim? Önceleri İstanbul ismini duyduğumda bile dudağımın kenarında ufacık bir tebessüm belirirdi. Her nereye seyahat edersem edeyim, dönüş uçağında, “evime” dönüş mutluluğu yaşardım, gözlerim parıldardı. Hiçbir yer benim şehrim kadar güzel değildi benim gözümde. Hüznü, sevinci, yoğunluğu, enerjisi, hatta hırçınlığıyla İstanbul tam bana göre bir yerdi. Bana yaşadığımı hissettiren, umut veren, motive eden bir şehirdi. Hataları, çirkinlikleri asla gözüme batmazdı.

Ama sonra olanlar oldu! İlk başlarda beni yormaya başlayan plansız mimarisi oldu, öyle fark ettim manzarasını artık eskisi kadar beğenmediğimi. Bir akşam Kabataş’tan motora binip Kandilli’ye geçerken, tarihi binaların etrafında gelişigüzel yükselen binalarını gördüğüm anda içimi bir sıkıntı kapladı. O güne kadar görmemiş miydin? diye soracak olanlara, cevabım hazır: “Görmek istememişim demek ki!” Ve her geçen gün, bu çirkin ve plansız yapılaşma beni daha da rahatsız etmeye, giderek gözüme batmaya başladı.

Sonradan, kalabalığı bezdirdi beni, gün geçerek bilinçsizce artan nüfusu ve ona bağlı olarak artan trafik keşmekeşi. Araba kullanmaktan aldığım keyif eziyete dönüşünce, arabamı sattım ve toplu taşımayı tercih ettim. Bu kez de metrolardaki koku (özellikle de yaz aylarında) bir çileye dönüştü. Pahalılığı, bozuk asfaltı, yağmur yağdığında adeta daralan yolları, kaldırım taşlarına bastığınızda üzerinize sıçrayan çamuru, selden taşan ızgaraları, kısacası her şeyi batmaya başladı! Bir de baktım ki, sürekli surat asan, her şeyden şikâyet eden birine dönüşmüşüm. İşte o anda anladım, İstanbul ile ilişkimin giderek karmaşık bir hal aldığını.

Peki bu noktadan sonra ne yapmam gerekiyor? Bir arkadaşımın, “Bulunduğun yer seni memnun etmiyorsa, yerini değiştir. Ağaç değilsin,” tavsiyesine mi kulak vermeliyim? Yoksa her şeyi olduğu gibi kabullenip, İstanbul ile olan uzun süreli etkileşimimizi, kötü giden bir ilişki gibi sineye mi çekmeliyim? Keşke seçme şansım olsaydı, diye geçiriyorum çoğu zaman içimden.

Demem o ki, seçme şansım ya da daha da güzeli bir zaman makinem olsaydı, çocukluğumun İstanbul’una dönmek isterdim. Her yerin çok daha yeşil, çok daha sakin olduğu, insanların birbirlerine daha fazla saygı gösterdiği o güzel yıllara. Ahhh keşke…

Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page