Her yılın sonunda, arkadaş çevreleri arasında aynı konuşmaları duyarız: “Ne yapıyorsunuz bu yılbaşı? Nasıl gireceksiniz yeni yıla?” Bu sohbetler yılbaşından 15 gün kadar önce başlar; sonra yılbaşı gelir çatar ve soru: “Nasıl geçti yılbaşınız?” şekline bürünür. Nedense insanların ortak inancı, yeni yıla nasıl girilirse, gelecek yılın o şekilde geçeceği yönündedir. O yüzden de herkes olabildiğince eğlenmeye, arkadaşları, dostları ya da ailesiyle mutlu saatler geçirmeye odaklanır. Nedir peki yeni yıl dediğimiz şey, bir eşik mi, bir zaman dilimi mi, yoksa sadece yeni bir saatin yeni bir dakikası mı?
Giriş paragrafından da anlayacağınız üzere, bu kez sizlere insan ile zaman arasındaki ilişkiden söz etmek istiyorum. Sürekli bir “yoğunluk” ve “koşuşturma” içinde geçirdiğimiz hayatımızda, sonu gelmeyen tek şikâyetimiz: hiçbir şeye yetişecek zamanımızın olmayışı! Gören de, insan zamanı yönetmiyor da, zaman bizi yönetiyormuş zanneder. Atalarımıza göre, çok daha hızlı bir hayat sürdüğümüz bir gerçek, ancak zamanımızın kısıtlı olduğunu da kafamıza koymamız gerekir! Çünkü maalesef her şeye yetişmeye çalışırken, işin esasını, yani hayatımızı yaşamayı unutuyoruz.
Bir günün 48 saate uzamasını isteyenlere küçük bir hikâyem var:
Bir gün bir felsefe profesörü, elinde bazı malzemelerle derse gelir. Ders başladığında, önüne büyükçe bir kavanoz koyar ve onu ağzına kadar tenis topları ile doldurur. Öğrencilerine kavanozun dolup dolmadığını sorar. Öğrenciler hep bir ağızdan dolduğunu söylerler. Bunun üzerine profesör elindeki çakıl taşlarını, kavanoza döker ve taşlar kayarak, tenis toplarının aralarındaki boşlukları doldurmaya başlar. Profesör yeniden kavanozun dolup dolmadığını sorar. Öğrenciler hep birlikte: “Doldu!” derler. Profesör bu kez, elindeki kumu yavaşça kavanoza döker, kumlar çakıl taşlarının aralarındaki boşlukları doldurur. Profesör sorar ve öğrenciler yine koro halinde: “Doldu!” derler. Profesör bu kez masanın altında hazır bekleyen iki fincan öğütülmüş kahveyi alıp, başlar kavanozun içine dökmeye. Kahve tanecikleri kumların arasında kalan boşlukları doldurur. Öğrenciler güler.
Profesör öğrencilerine nasihat etmeye başlar: “Bu kavanoz sizin hayatınızdır. Tenis topları, hayatınızdaki önemli şeylerdir, yani aileniz, çocuklarınız, sağlığınız, arkadaşlarınız gibi. Diğer şeyleri kaybetseniz de, bunlar hayatınızı doldurmaya yeter. Çakıl taşları daha az önem taşıyan şeylerdir, işiniz, eviniz, arabanız gibi. Kum ise, diğer ufak tefek şeylerdir. Şayet kavanoza önce kum doldurursanız, çakıl taşlarına ve özellikle de tenis toplarına yeterli yer kalmaz. Aynı şey hayatımız için de geçerlidir. Vaktinizi ve enerjinizi ufak tefek şeylere harcar, israf ederseniz, önemli şeylere vaktiniz kalmaz. Mutluluğunuz için, dikkatinizi önemli şeylere çevirin, çocuklarınızla oynayın, sağlığınıza dikkat edin, sevdiklerinizle yemeğe çıkın, evinizin ihtiyaçlarını karşılayın. Önce tenis toplarını kavanozunuza yerleştirin. Önceliklerinizi sıralamayı iyi bilin. Gerisi hep kumdur…”
Öğrencilerden biri merakla şu soruyu sorar: “Peki hocam, o iki fincan kahve nedir?” Profesör gülerek, “Bu soruyu bekliyordum,” der. “Hayatınız ne kadar dolu olursa olsun, dostlarınız ve sevdiklerinizle bir kahve içecek kadar zamanınız vardır!”
Demem o ki, dünya üç gündür: dün, bugün, yarın... Bu üç günde insana her sabah 24 saat ya da 1440 dakika bir armağan olarak sunulur. Çoğunlukla bu armağanın değerini bilmeyiz. Tıpkı aldığımız nefesin, içtiğimiz suyun, yaşadığımız doğanın değerini bilmediğimiz gibi. Oysa her dakika, her saat bizim için, insanlık için, dünya için iyi, doğru ve yararlı işler üretme fırsatıdır. Bu yolda gayret gösteren, hem kendi geleceğini hem insanlığın geleceğini aydınlatır.